17 Nisan 2024 Çarşamba

Olcay Çelik: Asgari ücrete azami isyan gerek

Marksist Teori Dergisi yazarı Olcay Çelik ile 2022 yılı asgari ücretini ve ekonomideki gidişatı konuştuk. Çelik şu tespitlerde bulundu:
"▪ Gerçek enflasyon yüzde 50'den fazla. Karşılaştırma yoksulluk sınırı ile yapılmalı.
▪ Kredi kartı ve ihtiyaç kredisi borçluluğu artacak.
▪ Vergi muafiyeti işçiye değil, patrona.
▪ Artan pahalılığın sebebi imalattaki ithal girdi oranının yüksekliği.
▪ Sosyal devlet vurgusu, söylemsel de olsa, neoliberal ideolojinin iflasının ilanı.
▪ Enflasyonla yaşatmak, zincirleme iflas ve işsizliğe kıyasla daha yönetilebilir bir şey.
▪ TÜSİAD ve burjuva muhalefet, insanları Erdoğan'ın yaktığı binaya kilitlemek istiyor.
▪ İşçi-emekçinin asıl silahı sandık değil, grevdir, iş yavaşlatmadır, işgaldir, sabotajdır."

Erdoğan 2022'de uygulanacak asgari ücreti net 4 bin 250 TL olarak açıkladı. ETHA olarak yeni asgari ücretin emekçiler için anlamını, Erdoğan'ın yeni ekonomi modelini, burjuva muhalefetin itirazlarını, yürütülmesi gereken mücadele hattını Marksist Teori Dergisi yazarı Olcay Çelik ile konuştuk.

ENFLASYON YÜZDE 50'DEN FAZLA

Asgari ücrete yüzde 50 oranındaki artış beklentileri karşılıyor mu?
Beklenti dediğimiz şey müdahaleye, inşaya çok açık, sübjektif bir şey. Oysa önümüzde hayatın nesnel, somut gerçekleri var. Öncelikle gerçek enflasyonun yüzde 50'den daha fazla olduğunu hem yaşayarak görüyoruz hem de bağımsız kuruluşlar (örneğin, Enflasyon Araştırma Grubu- ENAG) bunun böyle olduğunu hesabı-kitabıyla ortaya koyuyor zaten.

İkincisi, normalde "asgari ücret" kavramı, çalışanı 1 ay boyunca yaşatıp, onu çalışmaya hazır ve ürer halde tutacak zorunlu ihtiyaç maddelerinin toplam değerini ifade eder. Yani sıklıkla yapıldığının aksine, sadece zorunlu gıda harcamalarını içeren açlık sınırı ile değil, ulaşım, barınma, ısınma vd. zorunlu ihtiyaçları da kapsayan yoksulluk sınırı ile karşılaştırılmalıdır. 4 kişilik bir aile için bu sınır bugün 11 bin TL'dir. Bir eve 2 asgari ücret girse bile yetmiyor, gördüğünüz gibi. Yani bırakalım artıdeğer sömürüsünü, fiili asgari ücret emek-gücünün değerinin bile altında. Bakın, daha 2022'deki hayat pahalılığından bahsetmedik. Bu gidişle "en iyi ihtimalle" bu sınır 17 bin TL'ye dayanacak. Kundaktaki bebeği asgari ücretle sanayiye çırak versen dahi sefaletten kurtulamıyorsun. Dolayısıyla "yüzde 50 artış" anlamını buradan da kaybetmektedir, çünkü baz rakam zaten sefaletin dibi, hayat pahalılığı ise rokettir.

KREDİ KARTI, KREDİ BORÇLARI ARTIYOR

Madem 2 asgari ücret bile yetmiyor, o halde insanlar nasıl hayatta kalıyor/kalacak?
Yoksulluk sınırı aslında biyolojik, fiziki bir sınırdır. Yani fiili asgari ücret bunun altına düşürülüyorsa bir yerden tamamlanmak zorundadır. Eskiden bu fark "köyden gelen koliler-bidonlar" ile karşılanıyor denirdi. Oysa bugünün "kolisi" köyden değil, mali sermayenin bağrından geliyor: Kredi kartları ve ihtiyaç kredileri…

Bakın bu ülkede sadece ve sadece hayatta kalmak için 30 milyon kişi kredi kartı, 30 milyon kişi de ihtiyaç kredisi (konut veya otomobil kredisi değil!) kullanıyor. Yani fark borçlandırmayla kapatılmaya çalışılıyor. Bu kendi ücretinizi borç olarak almaktır aslında, şaka gibi. 2022'de bu borçlanmanın patladığını göreceğiz yüksek ihtimalle.

Türkiye'de kaç asgari ücretli var? Yani bu ücret kaç kişiyi etkiliyor?
Kabaca, sınıfın yüzde 60'ının asgari ücret ve civarı (+yüzde 10) aldığını söyleyebiliriz.

PATRONLAR BİN TL'Yİ ELDEN GERİ İSTEYECEKTİR
      
Peki, patronlar yeni açıklanan bu asgari ücreti gerçekten öder mi?
Tabii bir de o var, tam da bahsettiğimiz şey. Önceki asgari ücret artışlarında patronların büyük çoğunluğu yasal yaptırımdan kaçmak için tam asgari ücreti işçi hesabına yatırıyor, sonra bir kısmını elden geri vermesini istiyorlardı. Karşı çıkan olursa da kapıyı gösteriyorlardı. Bu şimdi çok daha yoğun yaşanacaktır. Yani 4 bin 250 TL'yi görebilen işçi sayısı sınırlı olacaktır. Patronlar bin TL'yi elden geri isteyecektir. Sadece bu uygulama bile bir eylem zeminine işaret eder işçiler ve sosyalistler için.

Peki, bu artış diğer ücretlerde de bir artışa yol açar mı?
Pek sanmam. Örneğin asgari ücret 4 bin 250 TL olunca, önceden net 4 bin 250 TL alanlar da yüzde 50 zam alamayacaktır. Bu da ücret dağılımının iyice asgari ücret etrafında toplanması anlamına gelir. Yani yüzde 60'lık oran yüzde 70-75'lere çıkabilir.

VERGİ MUAFİYETİ İŞÇİYE DEĞİL, PATRONA

Damga ve gelir vergisinin asgari ücretten kaldırıldığı açıklandı. Bu ne anlama geliyor?
Bu vergiyi zaten işçi kalkıp eliyle ödemez, brüt ücretinden kesilmiş olarak gözükür bordrosunda. Peki, şimdi bu tutar işçiye mi ödenecek o zaman? Hayır elbette. Faşist şefin bizzat kendisinin de açıkladığı üzere bu kararla "işverenin maliyetlerini düşürmeyi" amaçlanmaktadır. Yani kısacası işçiye müjde olarak açıklanan şey, patrona getirilen yeni bir vergisizliktir. Patronlar sınıfından tahsil edilmeyen bu vergi de sonrasında işçi sınıfından tahsil edilecektir şüphesiz. Bu, doğrudan zam yoluyla olacağı gibi, sosyal harcamaların kısılması yoluyla da olabilir. Buyurun size "müjde"…

NEOLİBERAL İDEOLOJİNİN İFLASINI İLAN ETTİLER

Hem çalışma bakanı hem de Erdoğan asgari ücreti açıklarken sosyal devlet vurgusu yaptı. Çok uzunca bir süredir kullanmadıkları bir tanımlama bu. Bu süreçte sosyal devlet vurgusuna neden ihtiyaç duyuyorlar?
Doğru bir tespit. Bu iktidar burjuva sosyal devletin değil, tersine, şirket devletin cisimleştiği bir iktidardır. "Her öğretmene kadro, her mezuna iş mi bulacağız?" diyen, emeklilikten sağlığa her şeyi özelleştiren, ücretleri performansa bağlayan tam bir neoliberal iktidardır. Ancak bu, sosyalliğini kaybettiği anlamına da gelmez. Sosyal hakkın yerine sosyal yardımı tahvil etti Erdoğan, neoliberalizmin diktatörlerinden biri olarak… Örneğin bugün devlet 10 milyondan fazla kişiye doğrudan sosyal yardımda bulunmakta. Ancak yardım ile hak birbirinden apayrı şeylerdir. İkincisi burjuva sosyal devletin temelidir ve nesnel/şeffaf ölçütlere göre verilir. Sosyal yardımlar ise şirketleşen devletin yoksullara karşı kullandığı siyasi şantaj aygıtlarıdır. Bu yardımlar başında emniyet, jandarma, vali ve mütevelli heyetlerinin durduğu sosyal yardım ve dayanışma vakıfları tarafından dağıtılır ve geri alınır.

O halde AKP bu modeli mi terk ediyor? Eskinin burjuva sosyal devletine mi dönüyor? Hayır elbette… Sosyal devlet ya da refah devleti burjuvazilerin soğuk savaş döneminde, yani tarihte sınırlı bir sürede, devrim tehlikesine karşı devreye sokulmuş bir taviz uygulamasıydı. Kapitalizmin yapısal krizini özelleştirmelerle, örgütsüzleştirmelerle, hak gaspları ile aşabilmiş ve yine krize yuvarlanmış bir sınıf için bugün o devlete dönüş ham hayaldir -hele ki ortada devrimci bir "tehdit" de yok iken!- Bu böbürlenmelerin işlevi söylemseldir. "Devlet baba sizi enflasyona ezdirmedi" demek içindir. Çünkü hayat pahalılığı, sefalet ve işsizlikle sınanan kitlelerin isyan potansiyeli güdükleştirilmek ve toplumcu özlemleri yedeklenmek istenmektedir. Gerçekte olan şey, neoliberalizmi rektifiye etme çabasıdır. AKP'nin herkese ayan gerçeği iki tane "sosyal devlet" lafzında değil, salgın döneminde işçileri fabrikaya, işsizleri beş parasız eve kapatmasında, yeni Bakan Nebati'nin "Senin sadece bi maaşın var, onu kaybedersin, ben ise fabrikalarımı kaybederim" diyen çıplak kapitalist cüretinde açıkça görülmektedir.

Tabii olumlu açıdan bakarsak, bu "sosyal devlet" sözleri bir yönüyle neoliberal toplum fantezisinin ideolojik çöküşünün, söylemsel de olsa yeni bir vaatte bulunamayışının da açık bir ifadesidir.

PAHALILIĞIN SEBEBİ İMALATTAKİ İTHAL GİRDİ ORANININ YÜKSEKLİĞİ

Erdoğan döviz kurundaki artışın saldırı ve spekülasyon olduğunu söylüyor. Var mı böyle bir saldırı? Yoksa, bu artışın sebebi ne? Ayrıca temel gıda maddelerindeki fiyat artışını da stokçulara bağlıyor. Bunun gerçekliği ne?
Bir "Her şey kontrolümüz altında, bilerek yapıyoruz, saldırı yok" diyorlar, bir komplo teorilerine bağlıyorlar TL'nin değersizleşmesini… İlki "ekabire", yani sermaye kesimlerine ve onların aydınlarına, ikincisi ise işçi-emekçi kitlelere söyleniyor. Halkı aptal yerine koyuyorlar yani. Ortada bir "saldırı" yok, emperyalist kapitalizmin kanunları var. 10 katlı binanın tepesinden bile-isteye atlayıp salçaya dönerseniz, "Yerçekimi bana saldırdı!" diyebilir misiniz? Bugün kurdaki rekor artışın sebebi elbette ki faiz oranlarının bilinçli bir politika ile düşürülmesidir. Çünkü enflasyonun çok altında seyreden faizin olduğu yerde dövizin sahibi emperyalist mali sermaye parasını sizin TL araçlarınıza yatırırsa zarar eder ya da en azından kardan zarar eder. Neden etsin? Brezilya'dan Meksika'ya her ülkenin merkez bankası faiz yükseltiyor, ABD de 2022'de yükselteceğini açıkladı. Sermaye oralara gider, gidiyor da… Kuş kadar birikimi enflasyon karşısında çöldeki buz gibi eriyen ve kurdaki yükselişi gören insanlar da TL'yi terk ediyor. Hepsini geçelim, bizzat düşük faizle dağıttıkları kredileri alan orta burjuvazi bile o parayla fabrika açmıyor, dolar alıyor. TL iyice değersizleşiyor.

Stokçuluk yapan yok mudur? Elbette vardır. Hatta başta iktidarın dolaysız temsilcisi olduğu sermaye bloku stoğun kralını yapmaktadır. Ama hayat pahalılığının sonucudur bu, sebebi değil. Sebebi imalattaki ithal girdi oranının giderek yükselmiş olmasıdır. Kur artınca iğneden ipliğe her şeye zam gelmesinin sebebi budur.

ZİNCİRLEME İFLAS VE İŞSİZLİĞE ENFLASYONU TERCİH ETTİLER

Enflasyon herkesi olumsuz etkilemiyor mu peki? Düşük faizden kim kazanıyor? Erdoğan'ın ekonomi bilgisi mi sorunlu yoksa?
Tekrar etmek gerekir, Erdoğan'ın bu kararları cehalete, hurafeye ve liyakatsizliğe değil, çok net sınıfsal tercihlere dayanıyor. Erdoğan'ın dolaysız temsilciliğini yürüttüğü sermaye bloku, aralarında hızla tekelci sermaye haline gelenler başı çekse de, çoğunlukla orta burjuvazinin esas olarak inşaat, ticaret sektörlerinde ve belli oranda da imalat sektöründe faaliyet gösteren kesimlerinden oluşuyor. Bu kesim esas olarak iç pazar odaklı çalışıyor. Dolayısıyla daha çok TL ile borçlanıyor, TL ile ücret ödüyor, TL ile mal satıyor. Küresel kapitalist krizin doğrudan ve dolaylı etkilerini ötelemeye çalıştığınız koşullarda, elinde mali sermaye gücü (bankası) olmayan bu kesim için doları tutmak için uygulanacak yüksek faiz politikası doğrudan ölüm demek. Bunların batması da milyonlarca işçinin işsiz kalması demek, çünkü istihdamın en büyük payını bu kesim sağlıyor. Öte yandan, sefilleştirdiği kitlelerin hayatlarını borçla döndürebilmeleri için de faizlerin düşürülmesine ihtiyaç duyuyor. Evet, kurlar Mars'a gidiyor ve bu da hayat pahalılığını körüklüyor ancak Erdoğan açısından bakınca, devamlı artan enflasyonla yaşatmak, zincirleme iflaslar ve işsizlik dalgasına kıyasla daha yönetilebilir bir şeydir. İlkinde en azından para basarak, mülk satarak, borç-harç da olsa insanlar bir gelire kavuşturulur, azalarak da olsa tüketimlerini sürdürmeleri sağlanır. Ya da ümit edilen budur diyelim. İkincisi ise mutlak çöküştür. Yani popüler söylemle sadece 3-5 müteahhit doyurulmuyor, aynı zamanda koca bir orta burjuvazinin karları korunuyor ve sefilleştirilen milyonlarca işçi-emekçinin çaresizlikleri yönetilmeye çalışılıyor.

İşgücü de ucuzluyor değil mi? Bu planlı bir amaç mı, yan etki mi?
Kesinlikle! Zaten bağlantılı bir mekanizma bu… Asgari ücret kur kadar yükselmediği için, Türkiye işçi sınıfının emek gücü dolar bazında ve reel olarak daha da ucuz hale geliyor. Küresel üretim hiyerarşisindeki rolü uluslararası tekellerin ucuz emek gücü deposu olmak olan ve salgının yarattığı krizle birlikte AB/D-Çin arasında iyice sertleşmeye başlayan üretim savaşlarını bir fırsat olarak görüp, eskisinden daha büyük bir üretim taşeronu olma rüyası gören Erdoğan, sıcak parayı kovarken yabancı doğrudan yatırımı ülkeye böyle çekebileceğini, ihracatı böyle artırabileceğini düşünüyor. 2021'de brüt asgari ücret Türkiye'de ortalama 410 dolar, Çin'de ise 360 dolardı. Şimdi Türkiye'de bu ücret 320 dolara kadar düşmüş oldu. Erdoğan'ın faiz-kur politikasının yakın amaçlarının bunlar olduğunu söyleyebiliriz, gerçekçilikleri dışında tabii…

'TÜRKİYE MODELİ' İŞÇİ DÜŞMANI

Erdoğan "yüksek faiz, düşük kur kısır döngüsü yerine üretim, yatırım, istihdam, büyüme odaklı ekonomi politikasından" bahsediyor ve küresel finans çevrelerine karşı ekonomik kurtuluş savaşı verdiklerini söylüyor, aksini savunanları "mandacı iktisatçı" ilan ediyor. Erdoğan'ın emperyalizme karşı mı savaşıyor? "Türkiye Modeli" dedikleri şey uygulanabilir bir şey mi?
Erdoğan kapitalizme ve emperyalizme değil, onun kanunlarının yarattığı sonuçlardan rahatsız sadece. Bu yönüyle tarihteki diğer faşist diktatörlerden farksız. Ama aynı zamanda öncellerinden önemli farklara sahip.

Bir kere her şeyden önce Erdoğan'ı Erdoğan yapan ve tüm bloklarıyla Türk burjuvazisini büyüten bizzat bugün onun sövdüğü emperyalist yüksek faiz-düşük kur politikası oldu. Yani Erdoğan bir dış mihrak arıyorsa önce aynaya bakması gerekir. Faşist şef yıllarca bizzat kendisinin uyguladığı işbirlikçi-neoliberal programa yine kendisi isyan ediyorsa bunun tek sebebi artık (daha doğrusu 2013'ten beri) aynı politikanın büyümeyi değil, çürümeyi getirmesidir. Çünkü artık kapitalizm bir genişleme döneminde değil, bir türlü aşılamayan uzun bunalım evresinde. Bol ve ucuz döviz koşullarında rekabet edebilmek için mecburen sanayide yüksek ithal girdiye ve dış finansmana bağımlı hale gelen Türkiye kapitalizmi, uluslararası ticaretin, mali sermaye akımlarının yavaşlamasına bağlı olarak yükselen kur karşısında bu birikim tipini sürdüremiyor. Sürdüremeyeceği borç verileriyle ortaya çıkınca sermayenin kaçışı ve/ya kalmak için yüksek reel faiz beklentisi daha da artıyor. Böylece kur daha da tırmanıyor.

Tabii, Erdoğan için emperyalizmden kopuş ya da ona tam cepheden meydan okuyarak Hitler ve Mussolini tarzı kapalı bir faşist korporasyon ekonomisine yönelmek ne mümkün ne de arzuladığı bir şey. Çünkü bu evrede artık hiçbir burjuvazi iç pazarın dar sınırlarıyla yetinemez. O sınır aşılalı 40 yıl oldu. İroniktir, 60-70'lerin burjuva bağımsızlıkçı, ithal-ikameci politikaları döviz kriziyle sona ermişti. Üretimin uluslararasılaştığı, tüm kapitalizmlerin artık tek tek meta üretimlerini değil, meta üretim süreçlerinden birini üstlendiği emperyalist küreselleşme evresinde bu emperyalist tedarik zincirlerinden ve pazarlardan kopuk bir ulusal burjuvazinin nefes alabilmesi hele hiç mümkün değil bugün. Ama öte yandan, ülke içinde üretilen artıdeğerin artık daha büyük bir kısmının faiz yoluyla emperyalizme aktarılmasını gerektireceği için emperyalizme tam biat yolu da seçilemez, seçilmiyor da zaten bugün. Aksine, Merkez Bankası saraya bağlanıyor, ufak sermaye kontrollerine gidiliyor.

ERDOĞAN ASYA KAPLANLARI'NA ÖZENİYOR
O halde Erdoğan'ın "ekonomik kurtuluş/bağımsızlık savaşı" dediği şeyin tek bir anlamı olabilir, o da emperyalist üretim hiyerarşisi içinde içine hapsolduğu emek-yoğun süreçlerden yüksek teknoloji üretimine dayalı, dolayısıyla yüksek fiyatlı süreçlere sıçramaktır. Daha da ve daha da ucuzlatılmış işgücü ile önce doğrudan yatırımlar ülkeye çekilecek, bu sırada "milli" burjuvazi daha da palazlandırılıp konsolide edilecek, sermaye kontrolleri denenecek ve sonra da birikim artışına paralel olarak teknoloji transferi ve kopyalanması süreçlerinden geçilerek üretim zincirlerinde bir üst halkaya atlanacaktır belki de! Bu yönüyle Erdoğan'ın faşizm için kurguladığı yeni modelin Asya Kaplanları denen Doğu Asya kapitalizmlerine öykündüğü söylenilebilir. Bu kapitalizmler Washington Uzlaşısı'nın birçok maddesini reddederek korumacı-kalkınmacı bir ihracat ve üretim ekonomisi kurmuşlardı. Elbette kanlı bir faşizm ve tam bir devlet kapitalizmi ile! Erdoğan'ın şiddetten yana sorunu olacağını düşünmüyorum ancak ortada ne bunu sağlayacak büyüklükte bir sermaye birikimi, ne dış yardım, ne de bir teknoloji atılımı vardır. Hatta tersine, böyle bir girişimi sağlayacak üretim altyapısı ithal girdi bağımlılığıyla bile isteye dinamitlenmiştir. Ayrıca burjuvazisinin ikili yapısı ve ezilenlerin yükselişlerinin tetiklediği rejim krizi böylesine istikrarlı ve bir merkezi sermaye koordinasyonuna müsaade eder durumda değildir.

Hepsini geçelim… Marx'ın keşfettiği yasa gereği karlılığın azalmasına bağlı olarak üretkenliğin ve sabit sermaye yatırımlarının tüm dünyada yavaşladığı kapitalizmin bu uzun bunalım koşullarında bir ülkenin kendi başına bir üretim sıçraması gerçekleştirebileceğini sanmak, en müstehcen rüyaya bile konu olamayacak kadar abuk bir şey. 90'lardaki Doğu Asya kapitalizmlerinin deneyimi burjuva ulusal kalkınmacılığın reçetesi değil, çok özel koşullarda ortaya çıkmış bir istisnasıydı. Kısacası Erdoğan'ın "uzak amacı" sadece işçi düşmanı değil, aynı zamanda imkansız, tutarsız, bağlamsızdır. Ama çaresizlik en büyük planlayıcıdır, neylersiniz… Yarın yeni bir tornistan, yani emperyalist düzene yeni bir uyum süreci de görebiliriz mesela.

TÜSİAD İNSANLARI ERDOĞAN'IN YAKTIĞI BİNAYA KİLİTLEMEK İSTİYOR

Peki, TÜSİAD'ın ve burjuva muhalefetin mevcut kur-faiz politikasına karşı çıkma gerekçeleri neler? Bu gerekçeler işçi ve emekçilerin talepleriyle ne kadar uyuşuyor?
İki sermaye blokunun işçi sınıfı ve ezilenlere karşı Erdoğan şahsındaki ittifakları evliliğin 10. yılından sonra iyice çatırdamaya başladı, çünkü kapitalist kriz, burjuva sınıf-içi çelişkileri iyice derinleştirdi. Bugünkü düşük faiz-yüksek kur politikası Erdoğan'ın dolaylı temsilcisi olduğu TÜSİAD blokunun ve bu blokun dolaysız temsilciliğine iyice soyunmuş olan burjuva muhalefetin hiç işine gelmiyor. Çünkü yüksek enflasyon, mali sermayenin sahibi olarak kendilerinin ya da aracılık ettikleri emperyalistlerin faiz gelirlerini eritiyor. Ayrıca sanayi gücünü elinde bulundurması sebebiyle döviz borcunun asıl sahibi olarak kur artışından doğrudan etkileniyor. Onlar hızla faizlerin artırılmasını, IMF'ye gidilmesini, kamu kaynaklarının kendilerine akmasını ve hızla kemer sıkma politikasının devreye konulmasını istiyor. Evet, görünürde "enflasyon düşsün" talebi bir hedef ortaklaşması yaratıyor gibi gözüküyor ama Erdoğan'ın yarattığı yangına karşı TÜSİAD'ın ve burjuva muhalefetin önerdiği şey, insanları yanan binaya kilitlemekten başka bir şey değil. Böyle alçak, böyle de adi insanlardır bunlar, kan emicilerdir. Görüyorsunuz, Kılıçdaroğlu asgari ücreti yeterli buluyor. Bir insan nasıl bu kadar aptal olabilir diye düşünebilirsiniz. Ancak aptal olan o değildir. Neticede en azından o işçi-emekçilerin değil, TÜSİAD'ın temsilcisi olduğunun ve rejim içerisindeki rolünün isyanın sokağa taşmasını önlemek olduğunun bilincindedir.

Ama işte burjuvazinin ideolojik hegemonyası hala çok güçlü. Erdoğan'a lanet okuyan, hayat pahalılığı canına tak eden işçi-emekçi kitleler burjuva muhalefetin yedeğine düşüp, militanca faiz artırılmasını istiyorlar. Bunu yaparak aslında kendi ürettikleri değerin islamcılara değil, emperyalistlere yedirilmesini talep etmiş oluyorlar! Bu, bir AKP militanının "Dolar zaten tüm dünyada 14 TL" demesinden daha az acınası değil. Çünkü başka bir çözüm görmüyorlar, göremiyorlar. Devrim onlara uzak bir hayal gibi geliyorsa bunun ilk sebebi devrimi mümkün görmemeleri değil, burjuva düzenin çıkışsızlığını bihakkın kavrayamamalarıdır. Nasıl kavrasınlar ki? Devrimci sosyalistlerin işçi-emekçi kitlelerin dolaysız ekonomik mücadelelerine gönül indirmediği, onlarla güven ilişkisini yeniden tesis edemediği, ekonomik olandan siyasal olana aktarım kayışlarını kendi eliyle kopardığı, bunun sonucunda da kitleler içerisinde maddi bir güç haline gelemeyip onları dövüştüremediği koşullarda farklı bir şey beklemek de anlamsız olurdu zaten. Kendiliğinden bilincin varacağı yer burasıdır en fazla.

'ASGARİ ÜCRETE AZAMİ İSYAN' DEMENİN VAKTİDİR
Oysa "Asgari ücrete azami isyan" demenin vaktidir bugün. Oysa "Kavga silahsız verilmez. İşçi ve emekçinin asıl silahı sandık değil, grevdir, iş yavaşlatmadır, işgaldir, sabotajdır" demenin, her atölye ve fabrika içinde çığlık çığlığa haykırmanın vaktidir. Madem çalışsak da açız, o halde dursun çalışma, biraz da patronlar aç kalsın. Madem makineler bize refah dokumuyor, kırılsın çarklar. Madem peynirin belinde kilit, yağın kulpunda zincir, yansın bu marketler alev alev. Madem zararda ortağız, açalım bankaların kasalarını da ortaklığa. Madem bu açlık düzenini koruyan polistir, askerdir, o halde onlar önce ezilmelidir. Madem biz ucuzladıkça memleket kalkınacak, çöksün bu ekonomi, yansın bu dünya. Yorganımız mı var içinde?