3 Aralık 2024 Salı

Kriz ve savaş ilişkisi: Ethem Sancak'ın gör dediği

Bugün sarayın ekonomi programları çerçevesindeki teşviklerde, hibelerde en büyük payı savunma ve havacılık sanayii almakta, "milli ve yerli" silah üretimi sözde ekonomik bağımsızlığı kazanmanın lokomotifi olarak ilan edilmektedir. Bu iş için gereken finansman da dörtte üçünü işçi ve emekçilerin karşıladığı vergi gelirleri, Arap sermayesi ile kurulan ortaklıklar ve kaynağı belirsiz girişlerle sağlanmaktadır.
Gezi-serhildan kardeşliğinin kurulması, Rojava devrimi ve HDP'nin 7 Haziran zaferi ertesinde rejimin Kürt halkına ve kazanımlarına karşı giriştiği savaş şiddetlenerek devam ediyor. Kürdistan şehirlerini harabeye çeviren, binlerce insanı katleden, Efrîn'i işgal eden faşist kudurganlık şimdi de Rojava'nın diğer bölgelerine saldırmaya hazırlanıyor.
 
Bu sömürgeci ve işgalci savaşa her yönüyle karşı çıkmak bir irade beyanından çok daha ötede, kan ve can pahası isteyen bir görev, şüphesiz. Ancak bunu yaparken sık kullanılan kimi ekonomi temelli savaş-karşıtı tezlerin meselenin özünü hatalı kavradığını ve asıl sorunu büyük oranda ıskaladığı için de güçlü bir karşı koyuş da örgütleyemediğini söylememiz gerekiyor.
 
SAVAŞ EKONOMİYE ZARAR MI VERİYOR?
 
Bu tezlerden başlıcası savaşın ekonomiye zarar verdiğini söyleyen, krizden çıkılması için savaşa son verilmesi gerektiğini öne süren tezdir.
 
Savaş ekonomisine sadece ekonomik kayıplar penceresinden baktığı için görebildiği tek şey de düşen turizm gelirleri, kapanan dükkan sayıları ve yükselen kamu harcamaları olan, dolayısıyla çözüm önerisinin ufku da bütçe ve vergi adaleti ile sınırlı bu tezin içine düştüğü yanlış, savaş ve kriz ilişkisini tersten kuruyor olmasıdır. Oysa ekonomik krize yol açan şey savaş değildir. Tersine, savaş, burjuva-faşist diktatörlüğün ekonomik krizi aşabilmek için kullandığı bir araçtır. Bu krizin Kürt halkının teslim alınamayan iradesinin yarattığı rejim krizi ile örtüşmesi de şüphesiz Kürt halkına karşı savaşı burjuva-faşist iktidar için çok daha etkin ve kullanışlı bir hale getirmektedir. Ancak biz burada iktisadi yöne odaklanacağız.
 
Ekonominin hangi mekanizmayla krize girdiği bugün artık iyi bilinen bir şeydir. Emperyalizmin bir mali-ekonomik sömürgesi olan Türkiye büyümek için dış finansman akışına bağımlıdır ve bu bağımlılık, eşitsiz gelişim sebebiyle sermaye ve ara malında da giderek artan oranda ithalat bağımlılığını da beraberinde getirmiştir. Bu, ülke içinde üretilen artıdeğerin aslan payının yerli burjuvaziye değil, giderek artan oranda uluslararası tekellere ve mali sermaye oligarşisine akmasına yol açmaktadır.
 
İktidar uzunca bir süre bu açmazı inşaat sektörünü şahlandırmak suretiyle telafi emeye çalışsa da, kapitalizmin küresel krizi dış finansman musluklarını kısılmasına yol açınca yerli para birimi değer kaybetmiş, mevcut borçlar durduğu yerde katlanmaya, faizler de hem üretim de tüketim için aşırı yüksek hale gelmeye başlamıştır. Nihayetinde mali kriz bir ekonomik krize dönüşmüş, inşaat sektörünün gelişimi durmuş, azalan kârlar sanayide iflasları ve üretim kesintilerini arttırmıştır.
 
Kapitalizm özünde bir artıdeğer üretim faaliyetidir. Türk burjuvazisinin kısa vadede otomotivde, elektronikte, enerjide, ağır sanayide dünya pazarında diğer kapitalistlerle rekabet edeceği yüksek artıdeğer içeren bir meta üretme şansı yoktur. Nihayetinde sanayinin cirosal anlamda lokomotif sektörlerinde ithal girdi oranı yüzde 70'leri aşmış vaziyettedir. İşte, savaş tam bu noktada sermaye sınıfı için bir kurtarıcı rolü oynamakta, ona kolektif sermaye gücü olarak devlet aygıtının kullanılabileceği, coğrafya ve siyasi tarihin de bir üretici güç olarak devreye sokulabileceği ve kendi pazarını yaratma şansı olan bir meta sunmaktadır. Yani Türk burjuvazisi krizden askeri-sınai kompleks ile ve işgalci-sömürgeci savaşın yarattığı iskan faaliyetleri ile çıkmaya çalışmaktadır.
 
Bu sarayın keşfettiği bir şey değil, krizleri aşmak için tarihin birçok öneminde emperyalistler tarafından başvurulan bir yoldur. Eğer artıdeğer yaşamdan üretilemiyorsa, ölümden üretilir.
 
ASKERİ-SINAİ KOMPLEKS
 
Bugün sarayın ekonomi programları çerçevesindeki teşviklerde, hibelerde en büyük payı savunma ve havacılık sanayii almakta, "milli ve yerli" silah üretimi sözde ekonomik bağımsızlığı kazanmanın lokomotifi olarak ilan edilmektedir. Bu iş için gereken finansman da dörtte üçünü işçi ve emekçilerin karşıladığı vergi gelirleri, Arap sermayesi ile kurulan ortaklıklar ve kaynağı belirsiz girişlerle sağlanmaktadır. Askeri-sınai kompleks geçtiğimiz 10 yılda muazzam bir büyüme sergilemiş, 2018 itibariyle 60 milyar dolarlık sözleşme bedeline sahip 610 proje yılda 7 milyar dolardan fazla ciro, 2 milyardan fazla da ihracat değeri üretir hale gelmiştir.
 
Şüphesiz bu tutarlar ekonominin içinde bulunduğu krizin boyutu düşünüldüğünde çok yetersiz rakamlardır. Ancak yönün çevrildiği istikameti göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca bu askeri-sınai kompleksin belli bir oranda istihdam yarattığı ve yan sanayi üzerinden KOBİ'leri de sisteme dahil ederek kitlelere ekonomik tavizler sunabildiği de görülmelidir.
 
Bu askeri-sınai kompleks, sermaye denetiminin tamamen saraya ait olduğu, tekelci bir yapıda inşa edilmektedir. Bu yapının merkezinde ise Perinçek'in lağımında yetişen sayısız karşı-devrimciden biri olan Ethem Sancak'ın BMC'si, damadın Bayraktar Holding'i, Koç'un Otokar'ı ve ASELSAN vardır. Tüm ihaleler, teşvikler ve hibeler hiçbir kural gözetmeden bunlara akmaktadır. Bu kapsamda en son Kocaeli'deki kamu iktisadi teşekkülü Tank Palet fabrikası Ethem Sancak'a verilmiştir.
 
Hiçbir zaman sosyalist olmamış Sancak da tarihin bir ironisi ile adeta bize hayatı yöneten gerçek ilişkileri göstermek istercesine "liderinin" ona verdiği asker-sınai kompleks inşası görevini nasıl yerine getirmeye çalıştığını, bu uğurda ihaleleri nasıl hukuksuzca aldığını, finansman sağlama işini de "İki devlet bir millet" olduklarını ilan ettiği Katar ile nasıl hallettiklerini de çekinmeden anlatmaktadır.
 
Askeri-sınai kompleksin görevi yıkım ve ölüm araçları üretmektir. Ancak yıkılan, işgal edilen yerler kan emici burjuvazi için yeni bir pazar da doğrumaktadır! Kürdistan kentlerini tanklarla, savaş uçaklarıyla yıkanlar, bölgeyi yeniden iskan faaliyetleri kapsamında burjuvaziye devasa bir kâr alanı açmıştır. Kobanê ve Efrîn'e TOKİ sokma planları bugün de ABD'nin bölgeden çekilmesiyle birlikte gündeme gelen güvenli bölge ile yeniden canlanmıştır. Öyle ki, diktatör ekranlarda kafasındaki imar planlarını metrekare hesabına varıncaya dek, ağzı sulanarak anlatmaktadır.
 
HASTALIĞA İTİRAZ
 
Burjuvazinin sözde ilerici diğer kanadının da bu olup bitene esastan bir itirazı yoktur. Onlar sadece rantın bloklar arasındaki "adaletsiz" dağılımından yakınmaktadırlar. Öyle ya, neden hepsini BMC yesin!
 
Tüm bunlar olurken bütçedeki güvenlik harcamalarına, kapanan dükkan sayısına, turizm gelirlerindeki azalışa, kurdaki yükselişe işaret etmekle yetinen bir demokratik muhalefet ise, savaşın ekonomik maliyetine odaklanmakta ancak kapitalizmin bir artıdeğer yaratma faaliyeti olduğunu, dolayısıyla bu maliyetlerin "kâr" üretmek için sarf edildiğini gözden kaçırmaktadır. Oysa bugün eleştiri oklarının çevrilmesi gereken yer de tam burasıdır.
 
Antikapitalist ve antiemperyalist olamayan bir savaş karşıtlığı, sebep ile sonucu karıştırma hatasına düştüğünden ve gerçek ilişkileri hedef almadığından, geniş kitlelerin mücadeleye katamamakta, savunmacı bir pozisyonda kalmaktadır. Etkin bir savaş karşıtlığı ise ancak bu ekonomik krizi yaratan kapitalist üretim tarzının ve emperyalizme kurulan mali-ekonomik bağımlılık ilişkilerinin reddedilmesiyle mümkündür. Türkiye işçi sınıfı kendisine verilen kırıntıya bir kırıntı daha katmak için bu işgalci-sömürgeci savaşa evet demek, kardeşini katletmek zorunda değildir. Onun kurtuluşunu sağlayacak olan savaş, "öldür" dedikleri kardeşleriyle el ele verip onlara kırıntı, nefret ve ölümden başka bir şey vaat etmeyenlere karşı girişecekleri savaştır.