28 Mart 2024 Perşembe

Karşı devrimin krizinin zayıf halkası: Zarrab davası

Bu pislikten çıkışın yolu karşı devrim içinde karşı devrim değil, devrimdir. Devrimciler ve emekçi sol güçler bu görüş açısına sıkı sıkıya bağlı kalmalı, bir yandan Zarrab davasında apaçık hale gelecek olan çürümeyi ezilenlerin bağrında biriken öfkeyi büyütmenin ve faşist saray rejimini yıkacak çıkışın manivelasına dönüştürmeye çalışırken, diğer yandan da emperyalistlerin İP, CHP ve AKP küskünlerinden oluşan bulamacına uzak durmalıdır.
Saray faşizmi olarak kodladığımız faşizmin restorasyonu sürecine yol açan belli başlı dönemeç noktaları var. 12 Eylül askeri faşist cuntasında son biçimine kavuşan faşist diktatörlük, 80'lerin ikinci yarısından ama özellikle de 90'lardan itibaren yapısal krizini ağırlaştıran iki temel sorunla karşı karşıya geldi.
 
Birincisi 90'larda Sovyet revizyonizminin çökmesiyle büyüyen ve neo-liberal ekonomi politikalarıyla karakterize olan emperyalist küreselleşme sürecinin ürünü ve devamı olarak Türkiye ekonomisinin yeni uluslararası ekonomik düzene entegre edilmesiydi. Özal'ın ekonomi politikaları bu bakımdan öncü bir rol oynadı.
 
Özal politikaları bu bakımdan ön açıcı bir rol oynasa da 12 Eylül'le ezilen, geriye itilen birleşik devrimin 80'lerin ikinci yarısında Kürt devriminde yeniden patlak vermesi ve devamında demokratik Alevi hareketi, kadın hareketi ve işçi baharıyla Türkiye ile birleşme eğilimine girmesi nedeniyle bu süreç akamete uğradı. Yapısal kriz ögelerinin siyasi bir bariyer olarak rejimin önüne dikilmesine neden olan bu süreç, rejimin emperyalist küresel ekonomiye entegrasyonunu da zora sokuyordu. Yapısal krize çözüm olarak burjuva değişim programlarının tartışılmaya başlamasına zemin açan buydu. Ne var ki, devletin yapısal özellikleri bu programın önündeki temel engel durumundaydı. 90'lar boyunca tartışmaya açılan tüm girişimler bu nedenle gelişemeden çözüldü.
 
Özerk yapısı ve katı ulusalcılığıyla asker merkezli rejim, emperyalist küresel sistemin entegrasyon için ihtiyaç duyduğu dönüşümü gerçekleştiremediği oranda tasfiye potasına girdi.
 
AKP projesi bu yönelimin ürünü olarak ortaya çıktı. AKP, bir yandan yapısal krize yol açan tarihsel sorunları çözme vaadiyle kitleleri arkalarken diğer taraftan Özal'la başlayan küresel sisteme entegrasyon sürecine de büyük bir ivme kazandırdı. Ne var ki, AKP'de dile gelen burjuva değişim programı yapısal olarak sorunları çözme gücünden yoksun olması nedeniyle öncelikle siyasi olarak yenildi. Kürt devriminin Rojava ile birlikte bölgesel çelişki ve çatışmaların düğüm noktası haline gelerek uluslararası bir bağlama yerleşmesi bu bakımdan belirleyici bir rol oynadı. Burjuva değişim programının temsilcisi olarak örgütlenen AKP, gittikçe artan oranda faşizmin Saray ve tek adam merkezli biçimde reorganizasyonu programına doğru döndü.
 
İkinci olarak ise emperyalist küreselleşmenin içine girdiği varoluşsal krizin yarattığı boşlukta gittikçe artan oranda merkez kaç bir hareket tarzına eğilim göstermeye başladı. Osmanlıcı bölgesel güç olma hayalleri BOP hattının ötesine taştığı oranda siyasi ve askeri olduğu kadar ekonomik sürtünmeler de çoğaldı. Ekonomik ve askeri olarak Batı ve NATO sistemi ile bu kadar derin ve köklü bağlara sahip bir rejimin siyasi bakımdan bu merkezlerle gittikçe artan bir gerilim hattına yerleşmesi, bu arka plan temelinde değerlendirildiğinde daha anlaşılır hale gelir.
 
Reza Zarrab vakası bu bakımdan sembolik bir değer taşıyor. 
Türkiye'nin siyasi, ekonomik ve askeri olarak derin köklerle bağlandığı Batı-NATO blokunun Ortadoğu'ya dönük hegemonya stratejileri önündeki temel engel olarak yükselen İran'la girilen kirli, gizli ve merkez kaç eğilimi Reza Zarrab temsil ediyor.
 
Saray etrafında yükselen yeni oligarşiyi besleyen, ayakkabı kutularını dolduran, gemicikleri, köşkleri, yeni yetme İslami sermayeyi besleyen rüşvet ağının merkezindeki isim Zarrab. Kuşkusuz ABD başta gelmek üzere emperyalistlerin rahatsızlığı bu kirli sömürü ve rüşvet ağı değil. Onların asıl derdi, bu rüşvet ve sömürü ağının Batı-NATO blokunun Ortadoğu'daki planlarının önündeki temel güç olarak İran'a nefes aldıran bir merkez kaç yönelimin ürünü olması.
 
Bu bakımdan Zarrab davası ABD'nin Saray üzerinde odaklanan rejimi hizaya çekme isteğinin dışavurumu olarak değerlendirilebilir. 17-25 Aralık operasyonları ve 15 Temmuz darbe girişimi de siyasi olarak Saray faşizmi şahsında Batı-NATO ekseninden sapan rejimi hizaya çekme girişimiydi. Zarrab davasının bu bakımdan özgünlüğü, öncesinde uzantılar eliyle yapılan şey şimdi doğrudan organize edilmektedir. Ve bu, ABD'nin Sarayı doğrudan hedef haline getirme kararlılığında olduğunu göstermektedir. 17-25 Aralık'ta rüşvet ve kirli ilişkiler ağının ifşası yoluyla Sarayın toplumsal meşruiyetini sarsma ve güçten düşürerek hizaya çekme arayışını atlatan, 15 Temmuz'da bir askeri cunta eliyle iktidardan el çektirme girişimini püskürten Saray, şimdi yeni bir bela ile karşı karşıyadır. İtirafçı olduğu açık olan Zarrab'ın üzerinden ifşa edilecek kirli ilişkiler ağıyla Sarayın zaten dibe vurma eğiliminde olan toplumsal ve uluslararası meşruiyetine esaslı bir darbe vurulmuş olmakla kalmayacak. Bıçak sırtı bir dengede bulunan ekonomiyi tepe taklak edebilecek bir kuşatma ve operasyonun da düğmesine basmış olacak. NATO tatbikatında Erdoğan ve M. Kemal'in hedef olarak kullanılmasında verilen mesaj, ABD ve NATO yetkililerinin S-400 sistemlerinin alınması durumunda Türkiye'nin NATO teknolojisine erişiminin kısıtlanmasından başlayarak ilişkilerinin değerlendirmeye alınacağı uyarısı, AB fonlarının askıya alınması, kimi kamu bankalarının uluslararası alandaki faaliyetlerinin sınırlanması ve hatta dondurulması, Zarrab davasında adı geçen kimi eski bakanların uluslararası hukukun şemsiyesi dışına çıkarılıp KKTC'ye kaçırılarak korumaya alınması gibi gelişmeler, yeni bir dalganın yaklaştığını gösteren örnekler olarak sayılabilir. Yine Saray sözcüsü İbrahim Kalın'ın bir Fransız televizyonuna verdiği röportajda Zarrab'la kurulan gizli ve kirli ilişki ağını açıkça itiraf ederek, Sarayı sular altında bırakacak dalganın artık geri çevrilemeyecek bir noktaya geldiğini de söylemiş olmaktadır.
 
Saray, ürünü olduğu ve kendi eliyle büyüttüğü bağımlılık ağının içinde dolanıp durmaktadır. Uluslararası çelişkilerin ağda yarattığı boşluklardan nefes alarak zaman kazanma ve nefes alma politikasının sınırlarına gelinmiştir. Ekonomik, siyasi ve askeri olarak batı blokuna yapısal olarak bağlı bir düzenin bu ağdan çıkmasının tek yolu devrimdir. Bunun dışındaki tek ihtimal halihazırda ilerleyen karşı devrim içinde karşı devrimin çok yönlü bir yıkımla geri tepmesidir.
 
Bu nedenle devrimci siyaset, köşeye sıkışan rejimin yaşama içgüdüsü ile kalkışacağı yeni bir saldırı dalgasına hazır olmakla kalmamalıdır. Egemenlerin kendi içinde ve emperyalist güçlerle yaşadığı gerilimin limitine ulaşmasından doğacak yeni bir siyasi krize ve toplumsal kırılmaya da hazır olmalıdır. Zira, yıkıntıyı kaldırmaya muktedir bir düzen gücü halihazırda görünmemektedir. İP (İyi Parti), CHP ve AKP küskünleri eliyle pişirilen bulamaçtan medet uman emperyalistler basiretsizliğinin özetinden başka bir şey değildir.
 
Bu pislikten çıkışın yolu karşı devrim içinde karşı devrim değil, devrimdir.
 
Devrimciler ve emekçi sol güçler, bu görüş açısına sıkı sıkıya bağlı kalmalı, bir yandan Zarrab davasında apaçık hale gelecek olan çürümeyi ezilenlerin bağrında biriken öfkeyi büyütmenin ve faşist Saray rejimini yıkacak çıkışın manivelasına dönüştürmeye çalışırken, diğer yandan da emperyalistlerin İP, CHP ve AKP küskünlerinden oluşan bulamacına uzak durmalıdır.