21 Kasım 2024 Perşembe

Figen Yüksekdağ yazdı | Betonda açan çiçekler ve hapishanede 8 Mart

Hapishanedeki kadınlarla, dışarıdaki kadınların kader yolu günden güne birleşiyor. Hak, özgürlük ve can güvenliği alanlarının etrafına daha yüksek duvarlar çekilirken, artık herkes için duvarların ötesine geçmek gibi bir zorunluluk var. Ama her şeyden önce de kendi aramızdaki duvarları aşıp anlamsızlaştırmak gerekli. Asıl mesele içerinin içeriyle bütünleşmesinden çok dışarının içeriyle bütünleşmesi. Kadınları bölen, mekandan bağımsız olarak hapseden, birbirinden beslenmesini engelleyen ve böylece yabancılaştırma zehri yayan sisteme karşı daha güçlü ve geniş bir direniş sergileme ihtiyacı, kadınlar ve onların özgürlük kurtuluş hareketi için yaşamsal.

Çetin ve soğuk karakışın ardından havaya ilk cemre düştü. Mevsimlerin gidiş gelişini dört duvar arasında takip etmek kolay değildir. İstediği kadar karakış bitsin, cemre düşsün, beton çok geç ısınır mesela. Birçok hücreye baharın öncü ışıkları vurmaz. Ama mevsimin değişmekte olduğunu yine de iliklerinde hissedersin. Bahar çok güzel bir mahpus tesellisidir. Aynı zamanda tabiatı dinlemeyi öğretir. Dinledikçe, tarihin baş belası insanoğlu dengesini ne kadar bozmuş olursa olsun, kadınlığın bedeninde, kimyasında, ruhunda direndiğini anlarsın tabiatın.

Rüzgarın soluğu, suyun sesi, ışığın yakan ve ferahlatan feri, uzaktan gelen toprağın kokusu hep sana bir şeyleri anlatmak içindir. Sayısız hücuma, işgale, kırıma uğrayan, hırpalanan doğa, eşsiz bir güce sahiptir. Kimi zaman yıkmaları, silip-süpürmeleri, yıktığından çok fazlasını yapan, onaran ve yeniye yer açan bir devrim gibidir. Tabiatla birlikte salınmak, direnmek, şaşırtmak, ona özenmek düşer insanın aklına. Bilhassa da zor zamanlarda, zor mekanlarda...

8 Mart yaklaştığında, içine hapsedildiğimiz zamana, mekana inat coşmak; acıların, ölümlerin, yoksunlukların, nizamiye önünde sıra bekleyen özlemlerin kuşatmasını delmek isteriz. Her yıl bu vakitlerde, betonun altında bazı tohumlar, bazı çatlaklardan dışarı çıkmak için kıpırdanıp duruyordur. Böyle olduğunu martta, nisanda beton havalandırmada açan çiçeklerden biliriz. Velhasıl, hapishanede günlerin, ayların, yılların kelepçesini kırmak için bulduğun en küçük çatlaktan bile sızmak, tohumlarla kıpırdanıp çiçeklerle açmak gerekir. Mahpusta yaşamak ince direniştir. 8 Martlar bu direnişin inceliklerini tazeler ruhumuzda. Her yerde kadın olarak var olmanın mücadelesi verilip, dertler omuzlanırken, devletin yasal hapishanelerine kapatılmış kadınlar da kendi payına düşeni yaşar. Buraların evler, fabrikalar, okullar, işlikler ve gerici geleneklerle örülmüş sayısız yasadışı hapishaneden en önemli farkı, politik bilinçli ve örgütlü kadınlarla doldurulmuş olmasıdır.

70 civarında kadın siyasi mahpusun tutulduğu Kandıra 1 Nolu F Tipi Cezaevi, AKP-MHP iktidarının "kadınlara özel" tecrit ve zulüm uygulamalarının sahasıdır. Açılışını 5 yıl önce HDP'li siyasetçilerin buraya getirilmesi ile yapmışlardı. Yakın tarihli ve zamandaş olarak memleketin dört bir yanından kadın tutsaklar da sürgün geldi. Uzun yıllardır erkeklerin tutulduğu ve F tipi gibi adı çıkmış bir hapishaneye kadınların konulması duyulmuş şey değildi. Ama işte kadın kapalı "eza evlerinin" de içlerini soğutmayacağını düşünmüş olmalılar ki, F tipinde özel blok açtılar. Gerçi artık ağırlaştırılmış infaz sistemi, tecridin geldiği düzey ve kesintisiz hak gaspları öyle bir genişledi ki, F'lerle diğerleri arasında pek fark kalmadı.

Günümüz hapishane düzeninin en keskin ortak noktalarının başında kadına dönük özel politik şiddet geliyor. Toplumsal yaşam ve erkek egemen düzenin biçimlendirdiği özel-kamusal alanın bütününde ayrımcılık, şiddet, cinskırım doludizgin ilerlerken, hapishaneler bu gidişin açık hedef odaklı ve doğrudan devlet patentli, daraltılmış bir kulvarı durumunda. Dışarıda işlenen bir kadın cinayetinin faili doğrudan devlet sayılmıyor mesela. Ama hapishanelerdeki her kadın ölümünün faili devlet ve zamane devletlüsü AKP-saray-MHP iktidarı, arama adı altındaki sistematik cinsel işkencenin kadın bedenini, ruhunu, sağlığını hiçe sayan tecrit ve kötü yaşam koşullarının açık ve yasal sorumlusu. Göreceli fiziksel özgürlüğün yaşandığı dışarıda kadın cinayetleri ve şiddet olaylarında devlet olabildiği kadar suçunu gizler. Zaten genelde karşılaştığı suç isnatları da siyasi, adli sorumsuzluk ve kadına karşı suç sistemini yaratan, sürdüren merkez olmasından ötürüdür. Bu genelliği sonuna kadar suçlarını örtmek, hesap vermemek, üstüne alınmamak için kullanır. Kadınların dışarıda olması, sokaklarda özgürlüğünü, hakkını araması, şiddete hayır demesi, cehenneme dönmüş evliliğini bitirmesi, bir erkeğin sevgilisi olması canavarca saldırıya uğramasının gerekçesi sayılır. Sistemin zihniyet ve pratiğinde kadın, kendi ölümünün ve uğradığı şiddetin sorumlusudur. Bütün bunların toplamında erkek iktidar, hiçbir zaman suçüstü yakalanmayacağından emin bir seri katil gibi yeni kurbanlar bulup dehşet saçar.

Hapishanelerin farkı, burada her şeyin doğrudan ayan beyan yaşanması. Kadına dönük şiddet ve cinayetler siyasi saik ve kasıtla uygulamaya geçiriliyor. Aynı zamanda açık bir suçüstü durumu var ortada, fakat suçüstü yakalananlar suçunun üstüne çıkıyor daima. Çok uzatmadan ve fazla uzağa gitmeden hapsedildiğimiz Kandıra 1 Nolu F Tipine bakmak yeter. Uğradığı sistematik baskı, işkence ve cinsel şiddet nedeniyle yaşamına son vermeye sürüklenen Garibe Gezer örneğinde yaşadık bunu. Doğrudan devletin yönetiminde, iktidarın talimatları ve yaşam tüketme stratejisi ile çalışan cezaevinde, bırakın siyasi ve idari suçu en küçük bir ihmal bile tespit edilmedi. Çünkü onlar için ortada sadece devlet görevi ve olağan ölüm zulüm düzeninin sürdürülmesi pratiği vardı. Soykırımcı Nazi Hitler'inin İsrail mahkemelerinde yargılanırken kendini suçlu ve soykırımcı hissetmemesi, görev icabı sürgün ve katliam yaptığını savunması gibi. Suçüstü haline müdahale edenler de bu zihniyet ve şiddetin çeşitli biçimlerine maruz kalıyor. Garibe'nin ölümünün ardından attığımız üç protesto sloganı nedeniyle muhtemelen 8 Mart haftasında başlayacak olan bir iletişim cezasına çarptırıldık mesela! "Baskılar bizi yıldıramaz", "Jin jiyan azadî" ve "Katil devlet hesap verecek"... Hele de bu sloganların üçüncüsü yok mu? Devlet adına suç işleyenlerin tepesini attırıyor... Sonuçta bu yıl 8 Mart'ı bir kadının hapishaneden çıkan tabutunun, kadın düşmanlığının, cinsiyetçi nefretin ve bize özel muamelenin gölgesinde karşılıyoruz.

Sevgili Aysel Tuğluk'a uygulanan özel zulüm ise malumunuz. Hem yıllar boyu verdiği kadın mücadelesine ve kimliğine hem de politik misyonuna iktidarın beslediği öfke, yakalandığı ağır hastalık karşısında dahi dinmiyor. Hapiste tutulması zaten sistemli bir zulüm ve şiddetken, Adli Tıp süreci de işkenceye dönüştürüldü. Dışarıdaki kadın sahiplenmesine dayanışmasına inanarak, içeride unutmamak için mücadele vererek ve hepsinden önemlisi, maruz kaldığı politik şiddete kimliği, kişiliği ile direnerek yaşama tutunuyor. Bütün insani değerlerini tüketmiş eril faşist iktidar elbette işlediği insanlık suçlarının suçüstü halini de kabul etmeyecek. Ama zaten asıl önemli olan, biz kadınların bütün bunların ve sorulacak hesabın peşini bırakmaması. Kadın dayanışması ve her alana yayılacak ezilen cins ittifakıyla kadın adaletini sağlamaktan vazgeçmemesi.

Ne yazık hapishanedeki kadınlarla, bize göre dışarıdaki kadınların kader yolu günden güne birleşiyor. Hak, özgürlük ve can güvenliği alanlarının etrafına daha yüksek duvarlar çekilirken, artık herkes için duvarların ötesine geçmek gibi bir zorunluluk var. Ama her şeyden önce de kendi aramızdaki duvarları aşıp anlamsızlaştırmak gerekli. Eril faşist yapı gücünün bir kısmını kadınları bölüp ayrı bölmelere hapsetmekten alıyor. Mesela biz bunu çok doğudan görüp yaşıyoruz. Aramızdaki on metrelik mesafeye rağmen hiç yüzünü görmediğimiz, sesini arada bir güç bela duyduğumuz kadın adli mahpuslar olduğunu biliyoruz. Ya da Garibe Gezer gibi özel koridorda, hücrelerde tutulup başka mahpuslarla asla karşılaştırılmayan, seslerini hiç duymadığımız ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü kadın siyasi tutsaklar... Gücümüz yettiğince bölüp, parçalama saldırısına direnmek, kadın bilinci ve iradesini öne almak bizim için yaşamsal bir şey. Şimdi diyebilirsiniz ki, hapishaneler gibi daraltılmış ve mecburi mekanlarda bu yaşamsal ihtiyacı kavramak tabii daha kolay. Doğrudur; zaten asıl mesele de içerinin içeriyle bütünleşmesinden çok dışarının içeriyle bütünleşmesi. Kadınları bölen, mekandan bağımsız olarak hapseden, birbirinden beslenmesini engelleyen ve böylece yabancılaştırma zehri yayan sisteme karşı daha güçlü ve geniş bir direniş sergileme ihtiyacı, kadınlar ve onların özgürlük kurtuluş hareketi için yaşamsal. Umudumuz ve inancımız önümüzdeki günlerin böylesi bir gelişmeye sahne olacağı yönünde. Çünkü ruhumuz ve bedenimiz ne kadar zor zamanlarda, zor mekanlarla sınanıyor olursa olsun biz kadınlar, yaşam direnciyle bütünleşmiş doğamızın kendine bir yol bulup yeşereceğini biliriz.

Burası Kandıra F Tipi Cezaevi; vakit 8 Mart arifesi... Bu vakitlerde hapishanede ne ağırlaşan zulmün bir önemi kalır ne çıldıran haksızlıkların ne de kadınlığımıza nişan alan ahlaksızlıkların... Zira yeşerme zamanıdır. İdare kafayı mı takmış, ağa babaları nefretinden mi köpürmüş, cezalar, dertler sıraya mı girmiş pek de umurumuzda olmaz. Şu 8 Mart mevsiminde eril faşizmi bırakmışız kendi haline.

Bir gözümüz gökte, ister yağmur gelsin ister fırtına; güneş illaki bulutların arkasında. Bir gözümüz yerde; betondaki çatlaklarda. Betonun altında sessizce yatan saklı tohumlar illaki gün yüzüne çıkacak. 8 Mart'ın ardından buralarda, betondaki çatlakların üstünde çiçek açma zamanı başlar. Elbet bazen çatlatarak bazen yıkarak aşacağız, esaretin betondan ve demirden kalelerini. Bizim tabiattan ne eksiğimiz var.

*Kandıra 1 Nolu F Tipi Hapishanesi

*25.02.2022 tarihinde kaleme alınan yazı hapishanelerde uygulanan iletişim ihlalleri nedeniyle gecik(tiril)miştir.