Ender Çelikel yazdı | Türk devleti Türk halkının mı devletidir?

Yüzyıllar evvel vergilerin altında inim inim inleyen, Osmanlı'ya bu yüzden isyan eden yoksul Türk köylülerinin ağızlarından dökülen "Şalvarı şaltak Osmanlı/Eyeri kaltak Osmanlı/Eken de yok biçen de yok/Yemede ortak Osmanlı" dizelerinin içeriği o günden bugüne geçerliliğini koruyor. Üretim tarzı ve devletin biçimi değişse de sömürü sürüyor. Bugün de fabrikada, atölyede, tarlada üretimde yoklar; yemede ortaklar saraylılar!
1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Türklerin ulus devletidir.
Varsayalım Türkiye'de yediden yetmişe bütün vatandaşlar etnik olarak halis muhlis Türk olsun. Yine de Türk devleti bütün Türklerin devleti değildir. Çünkü Türk devletinin sınıfsal bir karakteri vardır. Her ulus millet gibi Türkler de kendi içinde sınıflara bölünmüşler. Burada iki temel sınıf vardır: Hayatlarını idame etmek için emek gücünü satmak (çalışmak) zorunda kalan Türk işçi ve emekçilerinin oluşturduğu Türk işçi sınıfı ve onların emek gücünü satın alıp alın teri sömürüsü üzerinden zenginleşen Türk kapitalistlerin oluşturduğu Türk burjuvazisi.
Türkiye'de "halk" ve "zenginler" tanımı daha yaygın kullanılıyor. Bütün Türkler, Türk halkına mensup değildir. İşçiler, kamu emekçileri, küçük köylüler, küçük esnaf ez cümle kendi emeğiyle geçinen Türkler halkı oluşturan emekçi sınıf ve tabakalara mensupturlar. Geriye kalan azınlık onları sömüren zenginlerdir. Türk devleti işte bu azınlığın devletidir.
Türkiye, kapitalist üretim tarzıyla yönetilen faşist şeflik rejimi biçiminde bir burjuva cumhuriyettir. Kutsallık atfedilip dokunulmaz kılınmak istenen Türk devleti, özünde sömüren zenginler sınıfının emekçi halk kitleleri üzerindeki sınıf diktatörlüğüdür. Devletin temel işlevi, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüsüne dayanan kapitalist üretim biçimini ve sermaye sınıfını koruyup kollamaktır.
Devlet asıl varlık sebebini, tarafını gizlemek, kendini rejimin deyimiyle "milletin" devletiymiş gibi göstermek için her türlü sahtekarlığa başvurur. Çeşitli ideolojik aygıtları işleme sokar. Misal, "Vatan-millet-Sakarya" nutukları çekerek milliyetçiliği köpürtür, işçi sınıfının ve ezilenlerin bilincini bulandırır. Emek-sermaye çelişkisini, yoksulluğun kaynağını, devletin özünü perdeler. Milliyetçilik, din vb. ideolojiler işçi sınıfını ve ezilenleri bölme, sınıfsal çelişkileri örtme ve çarpıtma işlevi görür.
Devletin halk kesimlerinin bilincini körelten en etkili araçları hiç kuşkusuz seçimler ve parlamentodur. 5 yılda bir oy veren ezilen sınıflara mensup Türkler, kendilerini sahiden de devletin birer vatandaşı ve "yönetimde" söz sahibi sanırlar. Halbuki değildirler. Hükümete hangi partiyi (AKP-MHP-CHP-İYİP), kimi seçerlerse seçsinler, meclis Türk kapitalistlerinin, zenginlerin devleti olma vasfını korur. Devletin burjuva karakterini değiştirmez. Hükümet olan partilerin, meclisin yapısı aynı kalır. Kapitalist üretim biçiminin fıtratında olan sömürü, sefalet, adaletsizlik devam eder.
Türk halkının iradesi seçimler vasıtasıyla meclise yansımaz ve orada tecelli etmez. Halk sadece kendisini hangi zenginler kulübünü temsil eden partinin veya partilerin yöneteceğine karar verir. Hükümete seçilen parti ve partiler koalisyonu, istisnasız kategorik olarak Türk sermaye sınıfının, spesifik olarak da temsil ettikleri yandaş sermayenin çıkarlarını önceler.
ASGARİ ÜCRETE, EMEKLİLİK MAAŞINA, VERGİLERE BAK
Halkın iradesinin tecelli ettiği varsayılan mecliste veya cumhurbaşkanlığı sarayında halkın ekonomik refahını, politik özgürlüklerini önceleyen ve savunan bir kanun, kararname vb. çıkmıyor. Meclis gerçekten de halkın iradesinin yansıdığı, halkın temsil ettiği bir yer olsaydı, toplumun ezici çoğunluğunu meydana getiren işçi ve emekçilerin ihtiyaçları doğrultusunda kararlar vermeleri gerekmez miydi? Cumhurun başının cumhurun lehinde kararlar alması gerekmez miydi? Ne ki, kanunlar, kararlar hep bir avuç şirket, fabrika, maden ocağı sahibinin, azınlığın; dahası yabancı sermayedarların talepleri ve menfaatleri doğrultusunda belirleniyor.
Yüzyıllar evvel vergilerin altında inim inim inleyen, Osmanlı'ya bu yüzden isyan eden yoksul Türk köylülerinin ağızlarından dökülen "Şalvarı şaltak Osmanlı/Eyeri kaltak Osmanlı/Eken de yok biçen de yok/Yemede ortak Osmanlı" dizelerinin içeriği o günden bugüne geçerliliğini koruyor. Üretim tarzı ve devletin biçimi değişse de sömürü sürüyor. Bugün de fabrikada, atölyede, tarlada üretimde yoklar; yemede ortaklar saraylılar!
Bütün bu zenginliğin, şatafatın en önemli kaynağı vergilerdir. Devletin bütçesi toplanan vergilerden oluşuyor: ÖTV, KDV gibi dolaylı vergiler ve servet-gelir vergileri. Halkın ödediği dolaylı vergilerin toplam vergilerin içindeki oranı yüzde 65 iken, gelir ve servet gelirlerinin oranı ise yalnızca yüzde 35'tir. Vergilerin üçte ikisini emekçi halk ödüyor. Türk burjuvazisi, işçi sınıfını ve yoksul halk kitlelerini sömürmekle, onların ürettiği artı değerden servet kazanmakla kalmıyor, aynı zamanda kendisine hizmet eden devletin giderlerini, burjuva partilerine yapılan "Hazine yardımı"nı vs. halka ödetiyor. Öbür yandan devletin sağlık, barınma, eğitim, sosyal haklar için ayırdığı pay her yıl reel olarak azalıyor. Sağlık ve eğitim kurumları özelleştirilip ticarethaneye çevriliyor. Halk, sermayenin insafına terk ediliyor. Devlet halkın en temel haklarından tasarruf etmekle kalmıyor, onların ödediği vergilerin bir kısmıyla da 'zor'da kalan sermaye sahiplerini sübvanse ediyor.
Vergide adaletsiz olan Türk devleti gelirde de adaletsizlik üretiyor. Çalışan, üreten Türk halkı peyderpey yoksullaşırken, devletin kanatları altındaki Türk burjuvazisi servetini katlıyor. Gelir eşitsizliği giderek büyüyor. En zengin Türklerin toplam gelirden aldıkları pay yüzde 48 iken, en yoksul Türklerin toplam gelirden aldıkları pay sadece yüzde 6.3'tür. İşçi ve emekçilerin ürettiği toplam zenginliğin neredeyse yarısı, bir avuç Türk kapitalistinin ve onların devlet katındaki paydaşlarının cebine giriyor.
En genel anlamda devlet ve sermaye iç içe geçmiştir. Siyaset ve sermaye birbirini belirliyor. Devlet bir bütün olarak kapitalistlerin daha dar çerçevede ise yandaş sermayenin palazlanmasını sağlıyor. Bunun karşılığında yırtık ayakkabıyla(!) veya sadece bir alyansla siyasete başlayanlar çok geçmeden köşeyi dönüyor. Banka, mal mülk hesapları şişiyor. Devlet yöneticilerinin ve zenginlerin çocukları bir tür şirket evlilikleri yapıyor. Sermaye ve siyaset dünür olup kaynaşıyor. Oteller zinciri sahibi turizm, özel okullar sahibi eğitim, özel hastaneler patronu sağlık bakanı oluveriyor.
DEVLET HEP HALKI COPLUYOR!
Türk burjuvazisinin (zenginlerin) ortak şirketi olan devletin, sömürüye dayanan kapitalist üretim tarzını ve sermayeyi koruması eşyanın tabiatı gereğidir. Devletin, polis, jandarma, yargı gibi baskı aygıtları gerçek manada bir "özel güvenlik" işlevi görüyor. Kutsallaştırılan devlet, yoksul Türk halkını açlık sınırının altındaki asgari ücrete, emeklilik maaşına, memur ücretine, kamu kuruluşlarının ve arazilerinin özelleştirilmesine, doğanın yağmalanmasına "iyilikle" razı edemediğinde, "kadife eldiveni"ni çıkartıp demir yumruğunu gösteriyor. Devletin demir yumruğu hiçbir zaman işçileri iliklerine dek sömüren, onları açlığa mahkum eden ve iş cinayetlerinde katleden, doğayı talan eden patron sınıfının başına inmiyor.
Devletin tüm baskı araçları işçi sınıfı ve ezilenlere karşı kullanılıyor. Yoksulların haklarını savunanlar yargının hedefi oluyor. Devrimciler, sosyalistler zindanlara dolduruluyor.
SABRETMEK YOK: BAŞKA BİR DEVLET VE DÜZEN MÜMKÜN!
Mevcut Türk devletinin burjuva kapitalist yapısı ve bunun sonucu olarak sömürü, açlık, sefalet, zulüm ve çürümüşlük kader değildir. Türk ulusunun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi Türk halkı, bir avuç kapitalist sınıfı defederek, kendi devrimci-demokratik iktidarını kurup, sefil haline son verebilir. Bütün zenginliği üreten ve yaratan Türk işçi sınıfı ve yoksul halk kitleleri siyasal iktidarı zapt etmelidir. Devletin aygıtlarını ele geçirip kapitalistleri mülksüzleştirmeli ve üretim araçlarını toplumsallaştırmalıdır. Fabrikaları işçiler, toprağı yoksul köylüler yönetmelidir. Devrimci sosyalistlerin başat görevi işçi sınıfı ve ezilenlerin iktidarını ete kemiğe bürümektir, örgütlemektir.
Türk devleti, Türk işçi sınıfı ve ezilenlerinin değil Türk burjuvazisinin devletidir. Parlamento milyonlarca işçiyi, emekçiyi temsil etmez. Seçimler çözüm değildir. Ne siyasal İslamcı türden, ne Kemalist dokulu bir burjuva cumhuriyeti ve kapitalizm; tek yol devrimde, kurtuluş sosyalizmdedir.