4 Aralık 2024 Çarşamba

Dersim Katliamına dair okuması zor bir mektup

Elimizde, 17 Aralık 1946 tarihli, askerliğini 1937/38 yıllarında Dersim'de çavuş olarak yapmış Ali Öz isimli bir kişiye ait bir mektup var. Ali Öz, Dersim'de katliamları doğrudan örgütleyen Abdullah Alpdoğan'ın koruması olarak görev yapmış ve birçok cinayete hem şahitlik etmiş hem de doğrudan katılmış. Özellikle Abdullah Alpdoğan'ın doğrudan işlediği cinayetleri anlatıyor. Ali Öz'ün mektubunu farklı kılan, "şahitliği", faillerin isimlerini doğrudan anmasıdır. Alpdoğan'ın, "Ermenilerin kökünü kuruttuk şimdi sıra Kürtlere ve Kızılbaşlara geldi" yollu sözleri Türkiye tarihinin çok özlü bir anlatımı gibidir.

Elimizde, 17 Aralık 1946 tarihli, askerliğini 1937/38 yıllarında Dersim'de çavuş olarak yapmış Ali Öz isimli bir kişiye ait bir mektup var.

Ali Öz, Dersim'de katliamları doğrudan örgütleyen Abdullah Alpdoğan'ın koruması olarak görev yapmış ve birçok cinayete hem şahitlik etmiş hem de doğrudan katılmış. Özellikle Abdullah Alpdoğan'ın doğrudan işlediği cinayetleri anlatıyor.

Mektubun, yazım ve imla (noktalama vb.) hatalarını koruduk. Sadece, okumayı kolaylaştırmak için paragraflara ayırdık.

1988 yılından bu yana işkence ve şiddet konusuyla uğraşırım. Şiddet içeren, şiddet sahnelerinin anlatıldığı o kadar çok metin okudum ki… Zamanla, alışkanlık kazanıyor insan ve başlangıçta okumakta zorlandığınız şeyleri okumanız sorun olmuyor; deriniz kalınlaşıyor.

Ama bu mektubu okurken böyle olmadı, çok zorlandım, okuyamadım. Gözlerim doldu. Yarısında masayı terk ettim. Bitirmek için çok zorladım kendimi. Sonra da alacağınız cevapları bilseniz bile sizi asla tatmin etmeyecek soruları tekrar edip durdum: bir insan bir başka insana bunları niye yapar? Küçücük çocuklardan ne istiyorsunuz?

Mektup şöyle:
Hürmetli Bakanım Şükrü bey,
Ben Dersim harekâtına katılan Çavuş Ali Öz, beni hatırlar mısınız bilemem. 937/938 Dersim harekâtında çavuş olarak görev yaptım. Alpdoğan paşamın sağ koluydum. Koruması olarak bütün harekât boyunca yanında görev yapma şerefine nail oldum. Allah razı olsun paşamızdan, tezkeremde size telefon ederek bana işe girmem konusunda yardım etmenizi rica etti. Ben direkt Ankara'ya yanınıza geldim. Birlikte yemek yemiştik. Seka Genel Müdürünü arayarak işe girmemi sağlamıştınız. Allah sizden de razı olsun bakanım. Sayenizde ekmek yuva sahibi oldum, evlendim. İkisi kız, bir oğlan ellerinizden öper üç evlat sahibiyim.

Bugüne kadar her şey mecrasında yürüyordu. İzmir'den asker arkadaşım Ethem yanıma ziyarete geldi. Tamamen kendini kaybetmiş. O'nu da İzmir'de siz işe yerleştirmiştiniz. İşten kovmuşlar kendine iş arıyor. On beş gün misafir ettim. Sayın Bakanım, kafayı tamamen üşütmüş fırlayarak yataktan kalkıyor. Komutanım ben yapmayacağım, elini ayağını öpeyim diye bağırarak sokağa çıkıyor, zor zapt ediyorum. Öldürdükleri çocuklar sürekli rahatsız ediyorlarmış. Uyku filan uymuyor, zor bela İzmir'e ailesinin yanına götürüp teslim ettim. Ben geldikten sonra haber aldım. Bileklerini kesip intihar etmiş, çok üzüldüm, Bakanım.

Bu olay beni derinden etkiledi. Benim de yaşadığım üzücü olaylar bir bir aklıma gelmeye başladı. Öldürdüğüm çocukların gözleri beynime işlemiş bende uyumamaya, yememeye başladım. Sıçrayarak yataktan kalkıyorum, kendimi kaybediyorum, nereye gittiğimi ne yaptığımı bilemez duruma düştüm. Müdürlerim zorla akıl doktoruna gönderdiler. Sayın Bakanım doktor tüm yaşadıklarımı kâğıda yazdırıp imzalattı. Şimdi ilaç kullanıyorum. Üç ay izin verdiler. Yalnız Bakanım, Paşamız bu yaşananları sivilde kimseye anlatmayın, ananıza, babanıza bile. Yoksa hepiniz asılırsınız demişti. Ben olanları yazdım ve imzaladım. Başıma bir şey gelir mi şimdi bundan korkmaya başladım. Doktordan yazdıklarımı geri istedim, mümkün değil vermiyor. Sayın bakanım Paşama üç defa yazdım, cevap alamadım. Bu konuya el atıp doktordan yazıları alırsanız çok memnun olurum bakanım. Doktora yazdığım yaklaşık olarak şöyleydi.

Mazkirt Tersemek konusunu biliyorsunuz. 937/938 Dersim harekâtına katıldım. Paşanın koruması idim. Şakilerle çok çatışma yaşandı. Kıstırdığımız veya teslim olan şakiler kadın, kız demeden öldürüyor, sonra da tamamını benzin döküp yakıyorduk. Bazen paşa canlı canlı benzin döküp yakın diyordu. Bağırışlar, çığırışlar içinde yanıp kül oluyorlardı, et kokusu bütün genzimizi yakıyordu.

Tersemek başkaydı, Tersemek'ten paşama ihbar geldi. Çocuk ve kadınlar dere kenarına sarp bir yere saklanmışlar ne yapalım diyorlardı. Öldürün, yakın hepsini dedi paşa. İki saat sonra Teğmen bilgi verdi. Hiç kimse çocuklara zarar vermek istemiyormuş, emirleri dinlemiyorlarmış, paşa çok sinirlendi. Bir cemse askerle yola çıktık. Herkes hazır ola geçti, Teğmene ve askerlere vurmaya başladı. Küfür ederek, getirin hepsini düzlüğe dedi. Çocuklar, kadınlar çığrışarak, bağrışarak feryat figan paşanın ayaklarını yalıyorlardı. Ayaklarında üst başlarında doğru düzgün bir şey yoktu. Hepsinin ellerini ayaklarını bağlattı, ağızlarını çaputlarla kapattırdı.

Şimdi askerler size sesleniyorum, bu Kızılbaş dölleri hepsi vatan hainlerinin piçleri, arkadaşlarınızın katillerinin piçleri, bunlar büyürse kardeşlerinizi öldürmeye devam edecekler. Bunların kökü kazınmalı, Ermeni döllerinin kökünü kuruttuk, bir tek bu Kürtlerle, Kızılbaşlar kaldı. Çocuklarınızın bu ülkede mutlu yaşamasını istiyorsanız acımadan öldüreceksiniz, hükümet, cumhur reisimiz taş üstünde taş bırakmayın yakın yıkın talimatını vermiştir. Kimse bu yaptıklarınızdan dolayı yargılanmayacak size söz veriyorum dedi.

Herkes sıra ile birer ikişer kişi öldürecek, bölükte sessizlik, Teğmen başla getirin iki kişi dedi, iki çocuk getirdiler, kafalarına sıktı. İkisi de öldü, üçüncü askere gelince Diyarbakırlı Salih çocukların yanına gitti, önlerine düştü. Komutanım ben yapamam, benim de çocuklarım var, çocuklar masum dedi, yazık bunlara dedi. Paşa, a.na koyduğumun Kürdü. Senin ırkın ondan acıyorsun değil mi dedi. Askeri alnından vurdu. Her kim ki emri yerine getirmez sonu onun gibi olur diyerek herkes birer ikişer çocuk, kadın öldürmeye başladı.

Her infazdan sonra paşa kesin ölmeleri için birer ikişer kafalarına kendi ateş ediyordu. Herkes mecburen görevini yaptı, bana gel çavuş sıra sende, üç kız çocuğu kalmıştı. Bunları da sen hallet dedi, çocuklar yere kapanmış altlarına yapmışlardı. Üstü başı perişan vaziyette ağlıyorlardı. Onların gözlerine baktım. Üçünü de öldürdüm, gözleri ciğerime saplandı. Gözlerini unutamıyorum. 70, 80 çocuk, 30 da kadın o gün infaz edildi. Hepsi Murat suyuna atıldı, dere kana bulandı. Birçok asker istifar (istifra. TA) etti, birçok insan öldürdüm, yaktım ama o çocukların gözleri gibi delen göz görmemiştim.

Sayın Bakanım yaklaşık olarak bunları yazdım. İmzaladım eğer doktor bunları savcılığa verirse hepimiz zor duruma düşeriz. Emir kuluyuz, verilen emirleri yaptık ama çoluğumun çocuğumun yüzüne nasıl bakarım. Sayın Bakanım Paşamla da görüşürseniz bu anlattıklarımı kendisine anlatın.

Acele cevap beklerim sayın Bakanım. Yalvarırım o yazıyı doktordan alın Bakanım.

Ellerinizden öperim sayın Bakanım.
17/12/946
İmza

Mektubun akla getirdikleri
24 Nisan yaklaşıyor. Yine 1915 Ermeni soykırımı gündeme gelecek ve sonrasında konu gene "konuşulmayanlar" arasında katılacak. Yayınladığımız mektubu bu gözle okumak gerekiyor. Yani, sanki 24 Nisan üzerine yazılmış gibi… 24 Nisan üzerine yazılacakları da Dersim üzerine yazılmış gibi okumak gerekiyor. Bugüne kadar bu yeterince yapılmadı.

Dikkatinizi çekiyor mu bilemedim. Her büyük katliam, kendi başına ötekilerde izole ederek konuşuluyor. Herkes kendisine yapılan ile ilgili. Oysa öyle çok kesişme noktaları var ki… Bu mektup sadece bir örnek… Alpdoğan Paşa, "Ermeni'nin kökünü kuruttuk şimdi sıra Kürde ve Kızılbaşa geldi" diyor. Bizim ayrı ayrı anlattıklarımızı onlar bir seferde anlatıyorlar.

Sedat Ulugana, Bir Yarbayın Günlüğünden önemli pasajlar yayınladı. Yarbay, Dersim soykırımını anlatıyor ve "İn köyüne geldik, birçok Ermeni yakalanıp icabına bakıldı" diyor. Dersimliyi imha ederken, Dersimin Ermenisi unutulmuyor.

Elinizdeki mektup birçok açıdan çok önemli. Birincisi, bir itiraf. İtiraf, bu topraklardaki kitlesel katliamlarda pek karşılaşmadığımız bir durum. Ermeni soykırımına katılmış, katliamlarda görev almış kişilerin açık itiraflarını içeren hiçbir anı hatırlamıyorum. Evet, bazı anılarda kenarda köşede geçen, "öldürdük" vb. gibi ifadelere rastlanır ama "hak ettiler" havasında söylenir bunlar, sorumluluğu doğrudan üstlenen ve yaşananları açıkça anlatan metinler bulmak zordur. Genellikle, "bildiklerimi benle birlikte mezara götüreceğim" tutumu egemendir.

Son yıllarda, sözlü tarih anlatımlarıyla birlikte bu tür "itirafların" yer aldığı görüşmeler de yapılmadı değil. Ama o görüşmelerde bile anlatan kişi kendisini soyutlar, olayların dışına çıkartır ve olayları "yaptılar", "öldürdüler" gibi üçüncü şahıs üzerinden anlatırlar.

Zeynep Türkyılmaz'ın, Dersim'de görev yapmış bir askere ait bulduğu bir anı defteri ve Sedat Ulugana'nın Yarbayının Günlüğü örnek olarak ele alınabilirler. Her iki günlüğün ortak bir özelliği var. Yazarlarının sadece kendilerine yazılmış notlar… İçinde, Türkyılmaz'ın aktardığı anıdaki "Her gün kafa kesmekle uğraşıyoruz", "dere içinde kurşunla öldürdük" veya Yarbay'ın günlüğündeki "birçok Ermeni yakalanıp icabına bakıldı" gibi ifadeler olmasına rağmen, yazılanlara, Zeynep'in çok yerinde tanımladığı biçimiyle, "kötülüğün sıradanlığı" egemen. Günlük sahipleri, bir "itiraf"ta bulunmuyor; imhalardan "yemek yedik", "su içtik" gibi son derece sıradan ifadelerle bahsediyorlar. Türkyılmaz'ın aktardığı günlükte imhalar, askerin soğuktan üşümesi, karnının acıkması veya İzmir'e ve sevgilisine duyduğu özlemle yan yana durur. Hatta, anı sahibi bizden, asıl acı çekenin, zorluklara göğüs gerenin ve acınması gerekenin öldürülen insanlar değil, kendisi olduğuna inanmamızı ister.

Faillerin ismi
Ali Öz'ün mektubunu, bu iki metinden farklı kılan "şahitliği", faillerin isimlerini doğrudan anmasıdır. Örneğin, Alpdoğan Paşa'nın sadece örgütleyen değil, birincil el cinayetleri işleyen bir katil olduğunu uzunca anlatır. Alpdoğan'ın, "Ermenilerin kökünü kuruttuk şimdi sıra Kürtlere ve Kızılbaşlara geldi" yollu sözleri Türkiye tarihinin çok özlü bir anlatımı gibidir. Hristiyanlarla başlayan, "Kızılbaşlarla" ve Kürtlerle devam eden katliamlar ve cinayetler serisi… Bu tabloya, şiddet gösterilerine karşı çıktıkları için imha edilen gençleri, aydınları da eklerseniz, Türkiye'nin özet şiddet tarihini yazmış olursunuz.

Diyarbakırlı bir Kürt askerin, çocuk öldürmeyi reddettiği için Alpdoğan tarafından öldürülmesi Kürtlerin, Hristiyanların (özellikle Ermeni ve Süryanilerin) imhasından Dersimlilere uzanan katliamlar sırasında değişen rollerine ilişkin yaşadıklarının çok özlü bir anlatımı gibi durur. Öldürmeyi, fail olmayı reddettikleri durumda öldürüleceklerdir… Bu topraklardaki Kürdün dramı budur.

Benim için Ali Öz'ün mektubunda çok farklı olan bir boyut, anlatımdaki "insanilik" ve şiddetin "sıcak" anlatımıdır. "İnsanilik" tanımı doğru mu emin değilim ama kastım öldürülenler, canlı canlı yakılan kadın ve çocuklar, okumaktan zorlanacağımız bir açıklıkla ve acıma duygusu ile anlatılır. Her bir kurban, bir insan olarak karşınızda durur, hepsini tek tek görür ve hissedersiniz. Sanki onları tanıyorsunuzdur… Ağlayan çocukların korkundan altlarına işediklerini okuduğunuzda tüyleriniz diken diken olur.

Kurbanların "insan" olarak tanımlandığı ender itiraf metinlerinden birisi bu. Katliamlarda öldürülenlerden genellikle "öteki" olarak bahsedilir. Kurban, eğer "hain", "düşman" değilse "bilinmez"dir. Arada büyük bir mesafe vardır. Burada ise kurbanın ötekileştirilmesi değil aksine bizden birisi olarak anlatılmasına şahit oluruz. "Sıcak" şiddetten kastım ise tanınmış Alman psikoanalist Alexander Mitscherlich'in Naziler örneğinde yaptığı "sıcak" ve "soğuk" şiddet ayrımıdır. Teknolojinin verdiği imkanları kullanarak, kurbanla araya büyük mesafe koyan endüstriyel ‘soğuk' şiddet ile insanın içindeki vahşet duygularını da açıktan ifade ettiği, kurbanla aradaki mesafenin hemen hemen kaybolduğu "sıcak" şiddet.

Mektubun bir başka özelliği hasta olan, intihar eden faillerden bahsetmesidir. Bu çok önemli konuşulmayan bir gerçekliğimizdir, Türkiye'nin bir aynası gibidir. Öldürülen çocukların "gözlerinin ciğerlere saplandığı" hasta faillerin dolaştığı bir ülkedir burası. "Yapamayacağım komutanım" diye uykusunda uyanan ve sokaklarda deliler gibi dolaşan faillerin ülkesi… Ve bu hastalıktan kurtulmanın tek yolunun anlatmak, konuşmak olduğu bilinir ama yapılmaz. Anlatılmaz, konuşulmaz ve susulur. Bilinenler bir sır gibi saklanır. Çünkü anlatılırsa ucunda ölüm vardır, anlatan öldürüleceğini bilir. Ama anlatılmadığı, saklandığı müddetçe de hastalıktan kurtulunamaz. Türkiye'nin bugünkü dramı budur. Öldürüleceği korkusuyla yaşadıklarını anlatmayan ama anlatmadığı müddetçe de hasta olmaya mahkûm bir ülke. Ermeni soykırımında da, Koçgiri'de, Şeyh Sait'te, Zilan ve Ağrı'da olan da budur. Bu nedenle, ayırmadan konuşmamız gerekiyor bu katliamları ve faillere ve onların torunlarına, "konuşun ve ruhunuzu kurtarın" diye bağırmak gerekiyor. Toplumun hastalıktan kurtulmasının başka şansı yoktur.