18 Mayıs 2024 Cumartesi

Çocukken adada oynadığım mezarlığın yükü ve hatırlattıkları

Türk halkı da bu topraklarda yaşayan Ermenilere, Rumlara, Süryanilere ve de Lazlara ne olduğuna dair gerçeği kabul etmek zorunda. Ancak gerçek bizi tarihin tüm kirli yükünden kurtararak, aydınlık bir geleceğe götürecek. Bu gerçeğe biz Türklerin ihtiyacının soykırıma uğrayan halklardan daha çok olduğunu unutmayalım.
Çocukluğum, Yunanistan'a sürgünlerinden önce Rum halkının yurdu olan Balıkesir'e bağlı Marmara Adası'nın Saraylar Köyü'nde geçti. Köyün "eski" adını "Palatia" olarak bilirdik. Köyde bizim için "eski" olan herşeyin Rum halkına ait olduğunu öğrenmem uzun bir zaman aldı. Örneğin "Palatia" kelimesi Rumca'ydı ve "Saraylar" anlamına geliyordu. Köyümüzde birkaç "eski ev" vardı. Bunlardan biri de anneanemin eviydi. Kendi evimize hiç benzemezdi, çok farklı gelirdi. Evin duvarlarını süsleyen kabartma resimleri, gömme dolapları, dış ahşap yapısı ile hep ilgimi çekerdi. Yaz aylarında köye yaşlı kadın ve erkekler gelirdi. O eski evleri sanki bir ayindeymiş gibi gözyaşı dökerek izlerlerdi; biz de onları. Bazen evin bahçesinden bir avuç toprak ya da dış cephesinden küçücük "bir parça" alıp götürdüklerini görürdük. Aralarında konuştukları dili bilmezdik. Bizim için "yabancı turistti"ler.
 
Benim ve arkadaşlarımın oyun alanı ise "eski mezarlık" diye bildiğimiz Rum mezarlığı ile "açık hava müzesi"ydi. Müzede, o günlerde gelişi güzel sağa sola konulmuş "taşlar", heykeller vardı. Mezarlar ise tahrip edilmişti. Fotoğraflarını yakın zamanda gördüm, "köye turist getirmek" için bazı çevre düzenlemeleri yapmışlar. O "eski evlere" bakan insanların 1919 yılındaki "Türk-Yunan mübadelesi"nden hemen önce adayı terk etmek zorunda bırakılan Rumlar olduğunu öğrendiğim gibi, mezarların da "içindeki değerli eşyaları çıkartmak" için açıldığını da sonradan öğrendim.
 
Çocukluğumun bu kişisel deneyimlerinin, aslında bir toplumun hala kapanmayan yarası olduğu gerçeği ile üniversite yıllarında karşılaştığımda ilk hissettiğim duygu utançtı. Çünkü ailem ve köyümün insanları için, Rumlar hiç orada var olmamış gibiydi. Yok saymışlardı. Rumlardan kalan her şey "eski"ydi. O kadar.
 
Sadece onlar değil, tüm Türkiye toplumu bu topraklarda bir zaman yaşayan Rumlara, Ermenilere, Süryanilere ne olduğunu ya hiç sormadı ya da devletin resmi açıklamalarına inanmakla suça ortak oldu.
 
İstanbul Ermeni Patrikhanesi'nin verilerine göre Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan hemen önce -1914'den- Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaklaşık 2 milyon Ermeni yaşıyordu ve 2 bin 925 Ermeni yerleşim yeri bulunuyordu. Ermeni halkının bin 996 okulu, 2 bin 538 kilisesi ve manastırı vardı. Sonra araya 24 Nisan 1915'de Ermeni aydınların İstanbul'dan sürgünü ile başlayan bir soykırım süreci girdi. Farklı kaynaklara göre 800 bin ile 1.5 milyon arasında Ermeni katledildi. 1915 yılı Süryaniler için "Sayfo", yani "kılıç" anlamına gelir. Ermeni halkı ile birlikte Süryani halkı da soykırımın hedefi oldu. 1923 yılında Lozan'da imzalanan Mübadele Anlaşması da, Rum halkının Pontos'tan -Karadeniz- temizlenmesini amaçlıyordu. Öncesi de vardı elbette. 1911 yılında Rumlara karşı alınan bir kararla sürgün başladı. Bu aynı zamanda soykırımın ilk provasıydı. 500 bine yakın Rum sürgüne zorlandı. 1915'de Ermeni ve Süryanilere yönelik soykırımı 1916'da Rumların sürgünü takip etti. Araştırmacı yazar Tamer Çilingir'in aktardığına göre, 1914-1923 yılları arasında Karadeniz'de 353 bin Pontoslu Rum katledildi.
 
Türk ve Müslüman olmayan halklara karşı düşmanlık, Osmanlı'dan sonra inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti devletinin de resmi bir politikası oldu. Ermeni, Süryani, Rum yerleşim yerlerinden geriye hiçbir şey kalmadı. Pontos coğrafyasında Rumlara ait hiçbir şey yok. Bugün Ermeni nüfusunun ise 60 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Onların da çoğunluğu İstanbul'da yaşıyor ve elbette sevgili Hrant Dink'in deyimiyle söylersek,"güvercin tedirginliği"nde.
 
24 Nisan 1915 tarihinden bu yana Ermeni halkının yarası kapanmazken, Hrant Dink'in 19 Ocak 2007 tarihinde Agos Gazetesi binasının önünde katledilmesi ve Sevag Balıkçı'nın soykırımın yıl dönümünde, 24 Nisan 2011'de zorunlu askerlik yaptığı kışlada öldürülmesi yaraya tuz bastı.
 
Sevag'ın annesi Ani Balıkçı'nın oğlunun ölüm yıldönümündeki mesajı şöyle: "Tek istediğim yüzleşme. Özellikle o gün -24 Nisan'da- öldürüldüğü kabul edilsin. Sevag'la yüzleşin."
 
Sadece Balıkçı ailesinin değil, soykırıma uğrayan halkların bir temennisi aslında bu: Soykırım ile yüzleşme ve adalet.
 
Bu yüzleşme sadece devlet ile soykırıma uğrayan halklar arasında olmayacak. Türk halkı da bu topraklarda yaşayan Ermenilere, Rumlara, Süryanilere ve de Lazlara ne olduğuna dair gerçeği kabul etmek zorunda. Ancak gerçek bizi tarihin tüm kirli yükünden kurtararak, aydınlık bir geleceğe götürecek. Bu gerçeğe biz Türklerin ihtiyacının soykırıma uğrayan halklardan daha çok olduğunu unutmayalım.