3 Aralık 2024 Salı

Bora Poyraz yazdı: Vip cuma ve umre

Hz. Muhammed kuru ekmek yiyen bir kadının oğluydu. Bu dünyaya öyle geldi, öyle gitti. Son parası olan 7 dirhemi dahi ölümünden evvel yoksullara dağıttırdı. Bir o tutuma bakın bir de para tapan ve bunu dindarlık olarak sunan siyasal İslamcılığa. Şu salgın günlerinde kaderlerine terk edilen milyonlarca yoksul Müslümanın bunu fark etmeyeceklerini sanıyorlarsa, demagojiyle yol alınacağı düşünülüyorsa aldanılıyordur. Servet sahiplerinin, ki servet çalınmış-gasp edilmiş yoksul emeğinin karşılığıdır.

Diyanet İşleri Başkanı'nın seçilmiş kişilerle, safları iyice seyrelterek Saray Camisinde kıldırdığı cuma namazı büyük tepki aldı. Dindarları da kapsayan geniş bir kesim "VİP cuma" denilen bu uygulamayı hayretle karşıladı. "Salgın zamanları yerleşik inançları sarsmıştır ve sarsar" diye boşuna demiyoruz. Bir çağ yıkılıyor, çok daha değişik biçimlerini bütün süreçlerde izleyeceğiz.

Cuma, cem ve com aynı kökten gelir. Ortaklaşmak, bir araya gelmek gibi anlamları var. Vakit namazlarından farklı olarak cuma toplu kılınır, asıl şartı budur. Cem olmak da Alevi inancının temel ritüeline atıftır ve orada da bir araya gelmek vardır. Comün/komün de com ile ilgilidir. Tümü ortaklaşmaya, bir aradalığa işaret eder. Komünde, cumada, cemde bir araya gelenler o civardaki-topluluktaki konuları da konuşur. Bugün cuma namazı devlet dininin hutbesinin deklare edildiği, onun dışında hemen hiçbir şeyin konuşulmadığı sıradan bir ritüele indirgenmiştir. Oysa İslam dini ortaya çıktığında Cumalar bütünüyle toplumsaldı.

Cuma namazı İslam'da farzdır. Bu konuda ihtilaf yok. Katılımcı sayısı hususunda nicel farklılıklar var. Söz gelimi Ebu Hanife imam ve iki kişi olmasını yeterli görürken, Ebu Şafii 40 kişinin gerektiğini söyler. İslam tarihini ve mezhepleri inceleyenler şunu hemen fark edeceklerdir: Anadolu'daki hakim-çoğunluk mezhebi olan Hanifilikte daha ‘kolaylaştırıcı' yorumlar vardır. Şafiilik nispeten daha katı ve gelenekçidir. Ancak şunu ilave edelim: Ebu Hanife, kendi döneminin halifesine direndiği için işkence gören ve zindana atılan, bu nedenle ölen bir isimdir. Ebu Şafii de benzer nedenlerle işkence ve kötü muameleye maruz kalmıştır.

Bu arada bütün mezhepler şunda birleşir: Cuma namazının asıl şartı, namazın ahalisiyle o civardan geçenlere açık olmasıdır. Temel şarttır. Eğer ahaliye, gelip geçene kapatılmışsa orada kılınan cuma, cuma olmaktan çıkar. Bu temel şartın bir nedeni şu oluyor: Orada meseleler konuşulduğu için, herkesin gelip eleştirme, derdini anlatma hakkı vardır ve bu hak, engellenemez.

Bir başka şekil şartı, genel olarak namazların sıkı saf düzeniyle kılınmasıdır. Salgın gibi nedenlerle seyrek saf düzeniyle kılmak yerine hiç kılınmaması tercih edilir. Hz. Muhammed'in hurafeden uzak ve sarih hadislerine bakıldığında bu gibi konularda son derece rasyonel ve toplumsal davrandığı görülecektir.

Kısaca İslam konusunda temel bilgileri almış hemen herkesin iyi kötü bildiği bu basit-sade davranış kurallarını Diyanet İşleri Başkanı'nın bilmemesi mümkün değil. Başından beri ismi üzerinde spekülasyonlar var. O da bir gün faiz, bir gün cami cemaati açıklamasıyla bunları besliyordu. Şimdi, çok az sayıdaki seçilmiş kişiyle, dışarıdan katılıma kapatılmış bir Cuma irat etmek elbette kimi dindarlarda infial uyandırıyor. Sadece bu değil. Diyanet İşleri Başkanı orada adeta bir ruhban gibi konuştu. Bu, İslam'ın kelime kökünde olan, "teslim olan", sadece Allah'a teslim olan ve bütün aracıları-ruhbanları kati biçimde reddeden, bu yanıyla diğer tek tanrılı dinlerden ayrılan tutumuyla da bağdaşmıyor. "La ilahe illallah" demek, "Allah'tan başka ilah yoktur" demektir ve bu kendi döneminin devrimci sloganıdır.

Sadece bu kadar da değil. Diyanet İşleri Başkanı, salgın günlerinde kıldırdığı Cuma namazının gerekçesini "ümmete moral" diye açıkladı. Yani sembolik bir adımdı. Özrü kabahatinden büyük olmak ifadesinin somut uygulaması bu oluyor. "Siz hangi sıfatla ümmete, yani bütün dünyadaki Müslümanlara moral verme makamındasınız?" diye sorarlar. O saray ‘Halifelik' makamı mıdır? Siz o Halifeliğin şeyhülislamı mısınız? Daha düne kadar Arap dünyasında öfke uyandıran siyasetleri uygulayan bir iktidarın pek çok uygulaması gibi bu uygulamasında da bir tür "ilhak" hevesi yok mu ve bunun fark edilmeyeceğini mi sanıyorsunuz? Bütün bu hesapçılık ile İslam'ın arada bir tekrarladığınız ölçüleri bağdaşır mı? Allah'ı, İslam'ı mülk edinme huyunun karşılığı nedir?

Sorulabilecek pek çok soru var. Tamamı bir krize işaret ediyor. Kapitalizmin iliklerine dek işlediği bir İslam anlayışı her adımda karşımıza çıkmaktadır. Salgın günlerinde sembole dönen "umreciler" konusu bunun tamamlayıcılarındandır.

Çok değil 20 yıl öncesine kadar Hacca giden insan sayısı, Anadolu'da pek azdı. Onlar da parmakla gösterilirdi. Umreye gidenler ise yok denecek kadardı. Hac, belli koşulları sağlayan Müslümanlara farz kılınmıştır. Esası, yılın belli bir tarihinde Mekke'deki Kabe'yi tavaf etmektir. Bunun için kimi mali imkânlar şart tutulmuştur. Mesela borç alınarak Hacca gidilmez. Umre ise Hac dönemi dışında gezi amacıyla o mekanları ziyaret etmektir.

İşin ekonomi-politiği burada iyice belirginleşir. Umre, AKP ile birlikte ortaya çıkan türedi zenginlerin, dindar kitlede talep yaratmak amacıyla kurdukları seyahat şirketlerinin tamamen ticarileşmiş faaliyetidir. Bunu ispatlamak çok kolay. O umre organizasyonu yapan şirketlerin sahiplerine bakın, hemen hemen tamamı AKP'lidir. Oradan nemalanırlar. Dinin, ticaret merkezli olarak istismarı tam olarak budur. Ajitasyonlarla ve elbette dini kullanarak kitlelerde "talep" yaratırlar ve onları "ücreti mukabilinde" karşılarlar.

Salgın günlerinde olan da buydu. İngiltere'deki Johnson ile bu şirketler arasında kategorik fark yok. Önce insanı salgın merkezlerinden birine götürdüler, salgınları hiçe saydılar, dönüşte aynı biçimde o insanları, ki pek çoğu salgının öldürücü etkisini çoğunlukla hisseden orta yaşlardaydı, evlerine yolladılar, nasılsa onlarca işleri bitmişti. Şimdi hala utanmazca virüsün Kâbe civarında olamayacağını söyleyip kendi işlerini sürdürme, müşteri aramanın derdindeler.

Dini hislerin açık istismarı ortadayken, tartışmanın "umreciler" ifadesi etrafında dönmesi bu nedenle gayet anlamsız ve riyakârca. Bütün bu sürecin doğrudan sorumlusu iktidarla organik ilişkileri bulunan o türedi zenginlerken kendi halindeki umre ziyaretçilerini istiskal etmek toplumdaki yapay bölünmeyi artıran ve siyaseten gayet sinik karakterde olan bir tutumdur.

Kapitalizm her yere ama her yere girer. Orasını ele geçirir, kendi işleyiş kanunlarını bütün inançların temeline yerleştirir. Din kardeşliği müşteri-tüccar ilişkisi halini alır. En pespaye biçimiyle gördüğümüz tam olarak budur. Kapitalizmi ya aşarsınız ya ona teslim olursunuz. Başka bir yolu yok. Bilinebilen yegâne aşma biçimi vardır: sosyalizm! Paranın saltanatından kurtulup kendi inançlarını en otantik haliyle yaşamak isteyen diğer bütün inançlar gibi İslam akidesine inanan bireylerin de bunu sağlayabilecekleri toplumsal sistem sosyalizmdir.

Hz. Muhammed kuru ekmek yiyen bir kadının oğluydu. Bu dünyaya öyle geldi, öyle gitti. Son parası olan 7 dirhemi dahi ölümünden evvel yoksullara dağıttırdı. Bir o tutuma bakın bir de paraya tapan ve bunu dindarlık olarak sunan siyasal İslamcılığa. Şu salgın günlerinde kaderlerine terk edilen milyonlarca yoksul Müslümanın bunu fark etmeyeceklerini sanıyorlarsa, demagojiyle yol alınacağı düşünülüyorsa aldanıyorlardır. Servet sahiplerinin, ki servet çalınmış-gasp edilmiş yoksul emeğinin karşılığıdır- yine siyasal rant için birkaç maaş bağışıyla durumu toparlamaları bu yüzden imkânsız. Hepsi aşılacak, aşacağız.