20 Nisan 2024 Cumartesi

Arif Çelebi yazdı | Koronavirüs salgınına karşı mücadelede iki temel talep

Dayanışma ezilenlerin inceliğidir. Halk arasında dayanışma örgütlemek sosyal değil siyasal bir eylemdir. Zenginlerin kasalarında çürümeye bırakılan milyarlarca dolar eşit parasız sağlık ve sağlıklı yaşam için kullanılmalıdır. Bir avuç zenginin halkı sömürerek, doğayı yağmalayarak elde ettiği muazzam servetin küçük bir bölümünü halka "yardım" adı altında verdiği, emekçilere dilenci muamelesi yaptığı, verdiği "yardım"ı da vergi indirimi altında devlet eliyle bütçeden geri aldığı koşullar hiç tereddütsüz reddedilmeli, eşit, ücretsiz sağlık ve sağlıklı yaşam için gerekli kaynak yasa zoruyla zenginlerden alınmalıdır.

Dünya genelinde salgına yakalananların sayısı 25 milyona yaklaştı, salgından ölenlerin sayısı ise 800 bini aştı. Kısmi bir gerilemeden sonra salgın yeniden yükseldi. Henüz bir aşı kesin olarak bulunmuş değil. Piyasaya sürülmesi beklenen aşıların ise ne derece yeterli olduğu belirsizliğini koruyor. Salgın vakalarının yeniden artması ile hükümetler bir kez daha kısıtlama tedbirlerini sıkılaştırmaya başladı. 

Kısıtlama tedbirlerinin salgına karşı mücadelede bir çözüm olmadığı bir önceki dönemde test edildi. Salgına karşı mücadele salgının ortaya çıktığı koşullara karşı savaşıma yönelmedikçe sonuç alınamaz. Bu salgın milyonlarca insanı kırıp geçirdikten sonra bitse bile koşullar değişmediği müddetçe yeni salgınların ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Salgın hangi koşulların ürünüdür?

Sağlık hizmetinin kâr amacına bağlı olmasıdır. Zenginlerle fakirler arasındaki aşırı gelir eşitsizliğidir. Sağlıksız koşullarda uzun süreli ve düşük ücretle çalıştırılmadır. İşsizlik, yoksulluk, açlık ve sefalet içinde yaşayan milyarlarca insandır. Sağlıklı içme ve kullanma suyuna erişimden yoksun yüz milyonlardır. Daha fazla kar uğruna doğanın ve onunla birlikte insan doğasının durmaksızın yıkıma uğratılmasıdır.

Bütün bu koşulları oluşturan ve durmaksızın daha çekilmez hale getiren kapitalist üretim ilişkileridir, kar için üretimdir. Bu aynı zamanda gelişmesinin sınırlarına dayanmış, varoluşsal kriz içindeki kapitalizmdir. İnsanlığın bilimsel teknik birikiminin bu denli yükseldiği koşullarda salgının bir sağlık krizi olarak bu denli etkili olmasının nedeni kapitalizmin tepeden tırnağa çürümüş ve kokuşmuş düzenidir. Bu sağlık krizi gerçekte sermaye üretim krizidir, kapitalizmin ve onun devletinin krizidir.

Asıl ve insanlık için en tehlikeli virüs kapitalizmdir. Salgına karşı mücadele kapitalizme karşı mücadele ile birleştirilmelidir, bunun dışındaki her çözüm girişimi boşa düşecek ve aldatıcı olacaktır.

Kuşkusuz iş, yaşam ve sağlık koşullarının emekçiler ve yoksullar lehine düzeltilmesine dönük pek çok güncel talep ileri sürülmeden kitlelerin bilinç ve eylemi yükseltilemez. Yine de bu kısmi talepler için mücadele iki temel köklü reform talebi ile birleştirilemezse bu bilinç ve eylem antikapitalist bir yöne kanalize edilemez. 

BÜTÜN SAĞLIK SEKTÖRÜ KAMU MÜLKİYETİ ALTINA ALINMALIDIR
DSÖ 2016 verilerine göre dünya sağlık harcamaları 7,3 trilyon dolardır, bu, küresel GSYİ'nin yüzde 10'una denk gelmektedir. Sağlık sektörünün ne denli büyük bir sermaye yatırım alanı olduğu görülüyor. Birkaç ilaç ve tıbbi bakım malzeme tekeli bu alanda dünya piyasasına hakimdir.

Özelleştirmelerle dünyanın hemen her ülkesinde sağlık hizmetleri önemli oranda kar için üretim alanına dönüştürüldü. Kuşkusuz sağlık alanında devletlerin varlığı da sürüyor. Dünya genelinde toplam sağlık harcamalarının yüzde 51'i hükümetlerin bütçesinden karşılanıyor. Üretim hemen hemen bütünüyle tekellerin elinde. İlaç ve tıbbi malzeme tekellerinden alım yapılarak bu bütçe harcaması ile halktan toplanan vergiler tekellerin kasasına aktarılmış oluyor. Sağlık harcamalarının yüzde 35'i doğrudan halkın cebinden çıkıyor. Sınıflar arası eşitsizlik uçurumunun bu denli derinleştiği; küresel ölçekte 4,5 milyar ücretlinin yarısına yakınının kayıtsız olduğu, işsizlik ve sefaletin durmadan çoğaldığı koşullarda yoksullar için kişisel sağlık harcamalarının ne denli düşük olacağı açıktır.

Ülkeler arasındaki eşitsizlik bakımından da tablo çarpıcıdır.

Zengin ülkelerin hükümetleri, sağlık için kişi başına ortalama 2 bin 257 dolar ödüyor. Orta düzeyde gelişmiş ülke hükümetleri 270, geri kapitalist ülke hükümetleri ise 58 dolar harcama yapıyor.

Zengin ülkeler dünya nüfusunun küçük bir bölümünü oluşturuyor. Dünyanın ezici çoğunluğu sağlıksız koşullarda yaşarken zengin ülke insanlarının salgınlardan korunması mümkün mü?

Zengin ülkelerdeki emekçilerin de ezici çoğunluğu giderek daha da yoksullaşır ve sağlıksız koşullara maruz bırakılırken hangi kısıtlama türü salgınları engelleyebilir?

Tekelci sermayenin kan içici bir virüs olarak işçi sınıfına çullanarak bütün emekçileri ve fakirleri her gün daha da ağırlaşan sağlıksız bir hayata mahkûm etmekle kalmayarak, bir avuç zengin dışındaki bütün insanlığı felakete sürüklediği koşullarda salgınların önüne geçilebilir mi?

Devletlerin bir avuç tekelci sermayenin çıkarlarının temsilcisi ve bekçisi olduğu koşullarda salgına karşı halk sağlığını gözeten ve emekçilerin sağlıklı hayat koşullarına kavuşması için önlemler alan bir burjuva hükümet olabilir mi?

İlaçlarla ilgili kararları özerk olduğu ileri sürülen bilim kurulları veriyor. ABD'deki Gıda ve İlaç Yönetimi (FDA) bunlardan biri. Eğer piyasaya tekeller hakimse sermayenin bu özerk kurullara sızmasını, buradaki bilim insanlarını satın almasını kim engelleyebilir? Örneğin, 2013-2016 yılları arasında FDA kurullarındaki 107 bilim insanının 40'ının, ilacını değerlendirdikleri şirketlerle ya da onların rakipleriyle mali ilişki içine girdikleri tespit edildi. FDA'nın uyuşturucu içeren ilaç bölümünün bütçesinin yüzde 75'i ABD ilaç tekelleri tarafından karşılanıyor. Bir avuç tekelcinin kâr amacına bağlandığı koşullar altında onaylanan ilaçların halk sağlığına uygunluğuna güvenilebilir mi?

2018 itibarı ile tıbbi cihaz pazarının yüzde 89'u ABD, Almanya ve Japonya tekellerinin elindedir. Bunlar arasında da ABD'nin hakimiyeti tartışmasız biçimde belirgindir. Pazar paylarına göre ilk 10 şirketin 7'si ABD merkezlidir. Buna karşın salgın sırasında ABD'de solunum cihazı yetersizliği nedeniyle on binlerce insan boğularak öldü, koruyucu ekipman yokluğu nedeniyle binlerce sağlık çalışanı hayatını kaybetti.

AB ilaç tekelleri Ar-Ge yatırımları sıralamasında otomotiv tekellerinden (%23,8) sonra ikinci sırada (%17) yer alıyor; bu yatırımların satışlara oranında ise ilk sırada, otomotivdeki yüzde 4,6 karşılık yüzde 5,2. Ar-Ge yatırımları ve yatırımların satışlara oranı bu denli yüksek olmasına rağmen bu ilaç tekelleri koronavirüs salgınına karşı hiçbir önlem almadı ve ciddi hiçbir Ar-Ge yatırımına girişmedi.

Oysa salgından önceki yıllarda bilim kurulları hükümetleri olası bir salgına karşı uyarmış ve önlem almalarını istemişti. İlaç ve tıbbi malzeme tekelleri belirsiz bir zaman için kar garantisi içermeyen aşı, ilaç ve tıbbi malzeme üretimine girişmediler. Başka ne beklenebilir ki, bu tekellerin amacı hizmet değil kardır, sermayelerini neden bir belirsizliğe yatırsınlar ki?

Avrupa'da yeni tedavilerin geliştirilmesini destekleyen Yenilikçi İlaçlar Girişimi (IMI), bir kamu-özel ortaklığındaki yarı resmi bir kuruluştur. IMI Yönetim Kurulu Avrupa Komisyonu yetkilileri ile GlaxoSmithKline, Novartis, Pfizer, Lilly, Johnson & Johnson gibi dünya tekellerinin yer aldığı Avrupa İlaç Sanayileri Federasyonu (EFPIA) temsilcilerinden oluşuyor. Kurulun Avrupa Konseyi üyeleri üç yıl önce bir salgın patlamadan önce aşı geliştirilmesi ve onaylanmasının kolaylaştırılması için hazırlık yapılması yönünde çağrı yapıyor, kurulun tekelci temsilcileri bunu reddediyor. Keza 2108'de koronavirüs kaynaklı Mers ve Sars gibi virüslere karşı olası bir salgını önlemek amacı ile fon oluşturulması önerisi de kabul edilmiyor. Oysa bu öneriler doğrultusunda bir hazırlık yapılsaydı koronavirüs salgını nedeniyle yüzbinlerce insan hayatını kaybetmeyebilirdi.

Öldürücü olanın virüs değil tekelci sermaye ve onların devletleri olduğu açıktır. Sağlık alanı bütünüyle kar için üretimin dışına çıkartılmadıkça, ilaç ve tıbbi malzeme şirketleri kamusal mülkiyet altına alınmadıkça salgınlardan korunmak mümkün değildir.

HERKESE EŞİT ÜCRETSİZ SAĞLIK VE SAĞLIKLI YAŞAM HAKKI
ABD'nin en zengin 12 kişisi salgın sırasında servetlerine toplam 283 milyar dolar kattı, bunların toplam serveti koronavirüs salgını döneminde 1 trilyon doları aştı. Bu, yaklaşık yüzde 40'lık bir artışa tekabül ediyor. Buna karşın aynı dönemde ABD'lilerin yarısından fazlasının geliri azaldı ve ABD'de hane halkı geliri yüzde 5,6 oranında düştü. 1950'den beri kaydedilen en büyük gerilemedir bu.

Bir yandan yüzde 10 düzeyinde ekonomide küçülme bekleniyor diğer yandan bir avuç zenginin geliri yüzde 40 artıyor. Sermayenin sağlık krizi ile birlikte ağırlaşan ekonomik krizin bütün yükü yoksulların sırtına bindiriliyor, bu kriz koşullarında zenginler servetlerini olağan üstü düzeyde artırırken yoksulların yoksullukları birkaç derece birden büyüyor. Zenginlerin daha da zenginleşmesi işçilerin daha da yoksullaşmasının temel aracı patronların çıkar bekçisi olan devlettir. Salgın döneminde trilyonlarca lira zenginlerin kasasına aktarıldı. Devletler bu parayı nereden buluyor? Ulusun ortak parası olduğu belirtilen ve büyük bölümü işçilerden yapılan kesintiler ya da büyük bölümü emekçilere yüklenen KDV gibi vergilerden oluşturulan bütçeler patronların çıkarları için kullanılıyor.

Eşitsizliğin bu denli derinleştiği, emekçilerin sağlıklı koşullarda yaşamasına imkan veren bir ücretten yoksun olduğu, dahası salgın koşullarında çalışmaya zorlandığı, dünya düzeyinde milyarlarca insanın güvencesiz çalıştığı ve bu nedenle herhangi bir sosyal güvenceye sahip olmadığı, milyonlarca insanın, göçmenin sağlıksız evlerde ya da sokakta yaşadığı, yüz milyonlarca insanın sağlıklı içme suyundan dahi yoksun yaşadığı ve bırakalım hijyen maddelerine ulaşmayı bir parça yiyeceğe dahi ulaşamadığı koşullarda salgına karşı mücadele edilebilir mi?

Açıktır ki salgına karşı mücadele doğrudan doğruya bir sınıf mücadelesidir.

Kuşkusuz dayanışma ezilenlerin inceliğidir. Halk arasında dayanışma örgütlemek sosyal değil siyasal bir eylemdir. Devletin ve zenginlerin hiçleştirdiği yoksullar kendi aralarında dayanışma ağları kurarak bir direniş ekseni kurmuş oluyorlar. Fakat bu yeterli değildir, dahası yoksulların ihtiyaçlarının karşılanmasını "yardım dernekleri"ne bırakmak ya da salt "yardım dernekçiliğin"e soyunmak yoksulluğu meşrulaştırarak ve doğallaştırarak patronların devletini ve düzenini aklamaya hizmet eder.

Halk içindeki dayanışma en yüksek düzeye çıkarılmalı ama bununla yetinmeyerek sağlık ve sağlıklı yaşam hakkının temini için gerekli kaynağın bütçeden karşılanması bir siyasal talep olarak yükseltilmelidir. Kaynaklar zenginlere değil işçilere ve yoksullara ayrılmalıdır. Vergiler işçilerden değil bir avuç zenginden alınmalıdır. Zenginlerin kasalarında çürümeye bırakılan milyarlarca dolar eşit parasız sağlık ve sağlıklı yaşam için kullanılmalıdır. Bir avuç zenginin halkı sömürerek, doğayı yağmalayarak elde ettiği muazzam servetin küçük bir bölümünü halka "yardım" adı altında verdiği, emekçilere dilenci muamelesi yaptığı, verdiği "yardım"ı da vergi indirimi altında devlet eliyle bütçeden geri aldığı koşullar hiç tereddütsüz reddedilmeli, eşit, ücretsiz sağlık ve sağlıklı yaşam için gerekli kaynak yasa zoruyla zenginlerden alınmalıdır.

Tekelci sermayenin değil halkın çıkarlarını, bir avuç zenginin değil halkın sağlığını esas alan bir siyasal iktidar kurulmaksızın bu her iki temel talebin gerçekleşmesi söz konusu olamaz. Bir devrim olmaksızın böyle bir siyasal iktidarın kurulamayacağı da açıktır.