16 Kasım 2024 Cumartesi

1966 Paşabahçe grevi: DİSK'e giden yol

31 Ocak 1966'da Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası'nda 2400 işçi greve başladı. Türk-İş yönetiminin grevi kırma girişimine direnen işçilere, Türk-İş'e bağlı Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve Tez Büro-İş sendikaları, "Paşabahçe grevini destekleme komitesi" kurarak destek verdi. Paşabahçe grevi sarı sendikacılığa karşı bir alternatifin doğuşuna kaynaklık etti, greve destek komitesi kuran sendikalar Temmuz 1966 tarihinde DİSK'in çekirdeğini oluşturan Sendikalar Dayanışma Komitesi'ni oluşturdu.

"Sayın İstanbul halkına,
Biz işçiyiz. Paşabahçe'de bir fabrika şişe, cam yapar, orada çalışırız. Beyoğlu'nda süslü bir mağazası var. Tabaklar, bardaklar görürsünüz de, iftihar edersiniz. İşte onları biz yaparız.
1800 derece hararetin altında çalışırız. Hepimiz 2 bin 500 kişiyiz. Ailelerimizle 10 bin. Toplu Sözleşme Kanunu çıktı, dediler. Biz de hak isteyebilecekmişiz. 3 sene evvel sözleşme yapıldı. Bize bir şey veren olmadı.

Biz de greve başladık. Bugün 80 günü geçti, gene de hakkımızı istiyoruz. Dağlardan ebegümeci topluyoruz, labada topluyor, balık olursa oltayı alıp koşuyoruz. Evde fazla eşya vardı, kilim, iskemle gibi. Onları da satıyoruz..."

1966 yılının baharında yayınladıkları bu bildiri ile seslerini İstanbul halkına duyurmaya çalışıyordu Paşabahçe işçileri. Haksızlığın, zorluklar karşısında inancın ve kararlılığın resmiydi bu bildiri. Binlerce insanın mücadeleleri ile renklerini verdiği bir büyük direniş tablosu... Beykoz'un gecekondu halkı, makine sesleri yerine grev sloganlarıyla 'merhaba' diyordu yeni güne.
Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası İstanbul'un Beykoz ilçesinde 1935 yılında faaliyete başladı. CHP'nin ortağı olduğu İş Bankası'na bağlı Şişe Cam Grubu'nun bir kuruluşuydu. Bu grup, şişe ve cam sektöründe piyasaya hâkim olan bir tekeldi.

Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası, 1935'ten kapatıldığı tarih olan 6 Ağustos 2002'ye kadar tam 67 yıl boyunca birçok grev ve direnişe ev sahipliği yaptı. Paşabahçe işçilerinin 40 yılı bilfiil sendikal mücadelenin içinde geçti; mücadeleleri sınıf hareketi tarihinin önemli dönüm noktalarından birinde tarihsel bir rol oynadı.

Paşabahçe denilince akıllara ilk olarak tabak, bardak ürünleri geliyor. Paşabahçe adı üretimini gerçekleştirdiği ürünlerle böylesine özdeşleşmiştir. Bu ismi de kurulu bulunduğu semtten alıyordu. Semt ile fabrika birbiriyle özdeşleşmişti.

Paşabahçe Fabrikası, faaliyete geçtiği 1935'ten 2002'ye kadar birkaç kuşak cam işçisini bünyesinde istihdam etmişti. Kuruluşundan sonra zaman içinde fabrikaların çevresinde gecekondu işçi evleri boy vermeye başlamış, sonra da çoğalarak birkaç mahalle halini almıştı.

Gecekondu halkının büyük çoğunluğu Paşabahçe işçileri ve onların ailelerinden oluşuyordu. Zaten mahallenin oluşması ve gelişip serpilmesinin en önemli sebebi fabrikaydı. Fabrika; esnafından işçisine gecekondu halkının en büyük geçim kaynağı, dayanak noktasıydı. Mahalle yaşamı ile fabrika iç içe geçmişti.

Paşabahçe Fabrikası, yalnız bulunduğu semte değil, Sümerbank'a bağlı Beykoz Deri Kundura Fabrikası ve TEKEL İçki fabrikalarıyla beraber Beykoz ilçesindeki bütün yaşama yön veriyordu. Her üç fabrikanın işçileri ve aileleri aynı mahallelerde ve iç içe yaşıyorlardı. Herhangi bir fabrikada grev ya da direniş olduğunda diğer fabrikaların işçileri ve aileleri de destek oluyordu. Ailelerin yanı sıra mahallelerde yaşayan diğer kesimler de grev ve direnişlerin destekleyicileri ve özneleri haline geliyorlardı. Mahalledeki toplumsal yaşam fabrikadaki grev ve direnişle iç içe geçmişti. İşçilerin mücadele geleneklerinin oluşmasında mahalle halkının desteği oldukça önemli bir unsurdu. Dolayısıyla Paşabahçe adı salt bir semt adı değildir, sadece tabak-bardak markası ise hiç değildir. Paşabahçe adı bu ikisini de kapsayan, ama esasen işçilerin on yıllara dayanan mücadeleleriyle pişen geleneğin adıdır.

SENDİKA, SİYASAL MÜCADELE VE TİP
Paşabahçe denilince akla, hem mücadele geleneği hem de coğrafyamızdaki sendikal hareketin tarihinde önemli bir dönüm noktasını temsil eden 1966 Paşabahçe grevi geliyor. Paşabahçe grevini normal bir grev ve direnişin ötesinde tarihsel bir uğrağa dönüştüren süreç 1960 yılından başlayarak gelişti ve olgunlaştı. Bu gelişmelerin odağında Türk-İş Konfederasyonu'nda açığa çıkan ve derinleşen çelişki ve çatışmalar bulunuyordu.

1960 sonrasında sendikalar toplumun örgütlü ve etkili güçlerinden biri konumundaydı. Böylesi bir gücün politik alanda nasıl bir rol oynayacağı hem sermaye partileri hem de sendikalar ve sendikacılar nezdinde tartışma konusu oluyordu. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra siyasi faaliyetlerin ve örgütlenmelerin görece serbestleşmesi, yeni anayasa tartışmaları, seçimlerin hazırlığı, sendikaların ve işçi temsilcilerinin yeni mecliste yer alması tartışmaları artıyordu. İşçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları için yeni düzenlemelerin gündemde olması da sınıf hareketi içindeki politik canlılığı besliyordu. Sendika-siyaset ilişkisi bu tartışmaların düğüm noktası haline gelmişti.

O güne dek sendika siyaset ilişkisini temsil eden anlayış siyaset dışı sendikacılıktı. Amerikan tarzı işbirlikçi sendikacılık çizgisinin "partiler üstü politika" diye empoze ettiği bu anlayış, 1946 yılından beri bu coğrafyadaki sendikal harekete egemendi. Kuruluşundan itibaren de bu çizgi ve anlayışın temsilcisi Türk-İş Konfederasyonuydu.

Siyaset dışı sendikacılık; esasta işçi sınıfını siyasetten uzaklaştıran bir anlayıştı. İşçilerin siyasi partiler veya örgütler kurmasını engelleyen, onları sermaye partilerinin ve adaylarının peşine takan, pasif, sözüm ona bağımsız bir yaklaşımı içeriyordu. Gerçekte sermaye partilerinin arka bahçeleri ya da oy depoları rolü oynayan siyaset tarzıydı bu. Bu tarz ekonomik alanda da sermayeyle uzlaşma çizgisini savunuyordu.

1960 darbesi sonrası oluşan yeni siyasi ortamda önemli gelişmeler yaşanıyordu. İşçi sınıfı da başta kendisini doğrudan ilgilendiren konular olmak üzere aktif siyaset yürütmeyle yüz yüzeydi. Bir politik ağırlık oluşturma ihtiyacı duyuyordu. Bu yüzden Türk-İş'te temsiliyetini bulan siyaset dışı sendikacılık anlayışına karşı hem ilerici sendika yönetimlerinden hem de tabandan tepkiler gelmekteydi. Bu tepkiler işçi sınıfının politikleşme eğilimi ve düzeyini de yansıtıyordu. Keza siyasete doğrudan katılma bilinci ve örgütlülüğünün de olgunlaştığına işaret ediyordu. Böylece İstanbul İşçi Sendikaları Birliği yöneticisi bir grup sendikacı, Avrupa'daki İşçi Partisi örneklerinden esinlenerek Türkiye İşçi Partisi'ni kurmaya girişti. Aralarında Kemal Türkler ve İbrahim Güzelce'nin de bulunduğu 12 sendikacı 13 Şubat 1961 tarihinde Türkiye İşçi Partisi'ni (TİP) kurdular.

1960 darbesinden sonra işçi sınıfını ilgilendiren önemli yasal düzenlemelerin yapılacak olması, bu konuda sermaye partilerinin işçileri ve sendikaları oyalaması işçi sınıfının aktif siyasi mücadele yürütmesini koşulluyordu. Bu gelişmelerin Türk-İş üzerindeki etkileri oldukça fazlaydı. TİP'in kurulmasının önünü alamayınca, kendileri ayrı bir Çalışanlar Partisi kurmaya giriştiler. Fakat işçi ve emekçilerin bağımsız bir partide örgütlenmesinden ve oylarını kaybetmekten çekinen sermaye partileri AP ve CHP'nin çabalarıyla bu girişim başarısız oldu.

İşçilerin TİP'e üye olması ve sosyalizme yakınlık duyması Türk-İş'in etki alanından çıkacağı endişesi yarattı. Tabandan gelen mücadeleci dinamikler de Türk-İş'i zorlayınca, Türk-İş, "partiler üstü siyaset" anlayışını daha fazla dillendirmeye ve sendikacılara dayatmaya başladı. Partileşme çalışmalarının işçi sınıfını böleceği, gücünü zayıflatacağı tezlerini ileri sürdüler. İşçilerin siyasi hareketlere girişmemesi için zaten var olan gerici tutumlarını sertleştirdiler.

Diğer taraftan birçok alanda ve peş peşe yaşanan büyük grevler, yürütülen militan mücadeleler, sokak çarpışmalarına dek varan direnişler, işgaller de Türk-İş'in uzlaşmacı sendikal anlayışını aşmıştı. Artık Türk-İş yönetimi ve anlayışıyla açıktan çatışır hale gelmişti. Türk-İş'in sendikal bütünlüğü ve anlayışını da fiilen parçalayacak düzeye yükselmişti. Bu mücadeleci çizgiye karşı Türk-İş'in aldığı tutum da gericiydi. Kimi grev ve direnişleri sermayeden önce yasa dışı ilan eden Türk-İş yönetimi, kimi direnişlerde ise talepleri karşılamadığı halde sermayeyle ya da hükümet ile protokol imzalayıp direnişlere ve işçilere ihanet ediyor, eylemleri sonlandırmak için işçileri zorluyordu. Böylece militan işçi hareketini baskı altına almaya, kendi kontrolünde tutmaya çalışıyordu.

TÜRK-İŞ'TE YOL AYRIMI
Sendikal alanda yaşanan bu çatışma 1965'e gelindiğinde daha da derinleşti. Bu yıllar demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin geliştiği, toplumsal, siyasal hareketin yükseldiği, antiemperyalist, anti Amerikancı, bağımsızlıkçı fikirlerin yaygınlaştı, geniş yığınlar arasında genel olarak sosyalist etkinin, özel olarak TİP'in güçlendiği bir dönemeçti. Bu koşularda sendikal harekette fiili bir yarılma olmuş, çatlak derinleşmişti. Türk-İş'in geleneksel Amerikan sendikacılığı çizgisindeki uzlaşmacı siyasetini sürdürmesi zorlaşmış, sendikal bütünlüğünü koruması güçleşmişti.

Bu sürecin önüne geçmek için Türk-İş yönetiminin yaptığı hamleler de vardı. 1965'teki 5. Genel Kurullarında "partiler üstü siyaset" anlayışı ana tüzüğe geçirildi. Ayrıca Türk-İş Konfederasyonu'nun hem kafaca hem kasaca birliğini ve bütünlüğünü sağlamak için daha sıkı ve katı bir merkezileşme siyaseti kararlaştırıldı. Böylece Türk-İş yönetimi inisiyatif alanlarını daha fazla genişletmek, merkezkaç eğilimli sendikaları ve sendikacıları kontrol altına almak, farklı anlayış ve çizgileri tasfiye etmek istiyordu. Bu kararlara uymayan sendikaları ihraç etmek için genel kurul kararı da almışlardı.

Bu kararlar ve Türk-İş'in değişmeyen uzlaşmacı siyaseti, 1965'ten itibaren ayrışmaların üzerini de tamamen açtı. Türk-İş yönetimini eleştiren sendikaların ayrılma ve başka konfederasyonlar kurma girişimleri de baş gösterdi. Kimi grev ve direnişlerde Türk-İş yönetimin takındığı sermaye yanlısı tutum, işçi sınıfını, sendikaları bölmek, parçalamak ya da tasfiye etmek için giriştiği ayak oyunları, ilerici sendikaları ve TİP'i hedef gösteren yaklaşımları, provokatif açıklamaları üzerine tepki gösteren sendikaların bir kısmı 1965'te Türk-İş yönetimine bayrak açtılar. Mart 1965'te Zonguldak Kozlu'daki olaylarda Türk-İş yönetiminin takındığı pespaye tutum ateşe benzin döktü. Bu tarihlerde iki ayrı konfederasyon kurma girişimi yaşandı. Türk-İş'in ABD ve sermaye yanlısı olduğunu, işçi sınıfını böldüğünü tespit eden bu iki girişim de başarılı olamadı ama yaranın üzerindeki bütün sargıyı söküp atmış oldu. Artık işçi sınıfı saflarında gelişen toplumsal, sınıfsal bilinç ve siyasi mücadele dinamiği Türk-İş'in kabuğunu parçalıyordu. Sendikal hareketi daha ileri hedefe götürme, buna önderlik edebilecek dinamik bir örgütlenme anlayışı yakıcı bir biçimde kendini dayatıyor; Türk-İş'in gerici yaklaşımları ayrılıkları keskinleştiriyordu.

1966 yılında İstanbul Beykoz'da kurulu Paşabahçe Şişe ve Cam İşletmesi grevi öngününe gelindiğinde, işçiler ve sendikaların Türk-İş yönetimiyle çatışmaları ve gerilimi olgunlaşmış, fiilen ayrı iki kulvar oluşmuştu.

PAŞABAHÇE GREVİ
Paşabahçe Fabrikası'nda 1964'ten beri Kristal İş ve Cam İş Sendikaları arasında yetki sorunu yaşanıyordu. Daha önce 1 Ocak 1964 tarihinde Cam İş Sendikası işkolu düzeyinde bir sözleşme imzalamıştı. Fakat Paşabahçe Fabrikası işçileri tarafından kurulan ve işyeri düzeyinde yetki sahibi olan Kristal İş Sendikası bu sözleşmeyi tanımıyordu. Coğrafyamız tarihinde işkolu düzeyindeki ilk toplu sözleşme olan cam iş sözleşmesini, işverenin idari talimatnamesinin kabul edilmesi olarak değerlendiren Paşabahçe işçileri ve Kristal İş, sözleşmenin geçersiz kılınmasını ve yeni bir sözleşme imzalanmasını istiyordu. Böylece Kristal-İş işyeri yetkisiyle Paşabahçe fabrikasında grev kararı aldı. Fakat bu grev kararı uygulanmadı. Zira Türk-İş araya girmişti.

Mayıs 1965'te Cam İş ile Kristal İş sendikalarının Türkiye Cam Sanayi İşçileri Sendikası olarak birleşmeleri sağlanmıştı. Böylece grev kararı da rafa kalkmış oldu. Sağlanan birliğin ömrü fazla uzun olmadı ve aynı yıl içinde Kristal İş yeniden kuruldu. Paşabahçe işçilerinin çoğunluğunun kurduğu sendika Yargıtay'dan işyeri düzeyinde toplu sözleşme yetkisini de aldıktan sonra toplu iş sözleşmesinin yenilenmesi talebiyle işvereni görüşme masasına davet etti. Fakat yürürlükteki işkolu sözleşmesi işverenin çıkarınaydı. Ayrıca Cam İş Sendikası işverenin yanında, uzlaşmaya yatkın bir sendikaydı. Bu sebeple işveren ikinci bir sözleşmeyi yersiz görüyor ve masaya oturmayacağını belirtiyordu. Bunun üzerine 31 Ocak 1966 tarihinde 2 bin 200 Paşabahçe işçisi, Kristal İş sendikası öncülüğünde greve çıktı.

Kristal-İş'in bu talebi ve ısrarı bir yandan işvereni zorluyorken, öbür taraftan Türk-İş'in merkezi inisiyatifini de boşa çıkarıyordu. Türk-İş'in işkolu düzeyinde tek ve merkezi sendika örgütlenmesine de aykırılık arz ediyordu. Nitekim grevin başlamasıyla taraflardan çeşitli açıklamalar da gelmeye başladı.

Şişe Cam Genel Müdürü Şahap Kocatopçu, aileleriyle birlikte yaklaşık 10 bin kişiyi ilgilendiren grevin kanunsuz olduğunu ileri sürüyor ve "Sağduyusuna inandığımız Türk-İş'in grevi desteklemeyeceğine eminiz" şeklinde beyanlarda bulunuyordu. Türk-İş'in içinden de çatlak sesler yükseliyordu ama resmi yaklaşımını dile getiren Türk-İş Genel Sekreteri Halil Tunç, bir işyerinde işkolu esasına göre bir sözleşme varken, işyeri esasına göre bir sözleşme yapmakta ısrar etmenin işkolu sözleşmesi hükümlerine zarar vereceğini iddia ediyor, Kristal-İş Sendikasını baskı altına almaya çalışıyor, inisiyatif dışı davranmasını engellemeye çalışıyordu. Kristal-İş Genel Başkanı Mehmet Şişmanoğlu ise grevin yasal olduğu, hukuk kuralları içinde kalmaya azami gayret sarf ettikleri yanıtını veriyordu.

Grev büyük bir kamuoyu desteği ile başlamıştı. 5 Şubat günü Türk-İş'e bağlı tüm sendikaların yöneticilerinin de katıldığı bir miting yapıldı. Paşabahçe İskele Meydanı'nda yapılan mitinge dönemin İstanbul Valisi Vefa Poyraz da bir mesaj göndererek işçileri desteklediğini bildirdi. Grevci işçilerin "Sosyal adaletin olmadığı yerde sermaye tehlikelidir", "İş hayatındaki köleliğe ve diktatörlüğe paydos", "Emeğimizi savunmak kutsal görevimizdir" yazılı pankart ve dövizlerle katıldığı miting oldukça coşkulu geçti.

Mitingden bir hafta sonra, TİSK'e üye 12 işveren sendikası gazetelere ilanlar vererek, grevi şiddetle protesto ettiklerini, aynı zamanda, "madden ve manen" işvereni desteklediklerini ilan ettiler. Türk-İş ise işveren sendikasını gerçekleri çarpıtmakla suçladı. Türk-İş Birinci Bölge Temsilciliği de kendilerine bağlı çalışan 250 bin işçinin İş Bankası'ndaki paralarını çekmek suretiyle boykot edeceklerini belirtti.

17 Şubat'a gelindiğinde grevin yasa dışı olduğu iddiasıyla açılan dava sonuca bağlandı ve grevin yasal olduğu yönünde karar verildi. Şişe Cam Genel Müdürü mahkeme kararını temyiz edeceklerini açıklayınca Türk-İş tarafından istenmeyen adam ilan edildi.

Grev birinci ayını doldurmaya yaklaşırken, 26 Şubat günü İstanbul'daki tüm sendika temsilcilerinin de katıldığı bir protesto yürüyüşü düzenlendi. Karaköy'den Taksim'e kadar gerçekleştirilen sessiz yürüyüşe işçilerin yanı sıra aileleri de katıldı. Grevin sürdürülmesinde sıkıntılı günler yaşıyorlardı ancak kararlılıklarından da taviz vermiyorlardı.

Türk-İş yönetiminin greve soğuk bakmasına karşın taban ve bağlı sendikaların hepsi grevin etrafında saf tutmuştu. Bu durum Türk-İş'te yarılma ve gerilimin dışa vurumuydu. Fakat işçilerin ve tabanın baskısı Türk-İş'i belli düzeyde sürüklüyor, grevi desteklemeye de zorluyordu. Nitekim Mart'ın 10'unda toplanan Türk-İş Genel Kurulu tabanın baskısıyla grevin "maddeten ve manen" desteklenmesi yolunda bir karar aldı. Bunun için Türk-İş yönetimine yetki verdi. Dört gün sonra tekrar toplanan Genel Kurulda Kristal İş'in durumu tartışıldı ve Kristal İş'in Türk-İş'in üyeliğine alınmasına karar verildi. Bir hafta sonra da Türk-İş yönetimi tarafından grevin sürdürülmesinin üstlenildiği açıklandı. Türk-İş grevci işçileri, sendikayı ve destekçisi olan tabanı karşısına almadan inisiyatifi eline almış oluyordu.

Bu açıklamanın hemen ertesi günü Türk-İş yönetimi, haklarının alınacağına dair işçilere güvence verdi ve Kristal İş'ten yetkiyi alarak grevin sonlandırılması için işveren konfederasyonu ile müzakere masasına oturdu. Türk-İş ve işveren aynı gün anlaşmaya vardılar ve bir protokol imzaladılar. Paşabahçe işçilerinin greve çıkma gerekçesi olan yeni bir toplu sözleşme imzalamanın gereksiz olduğunun belirtildiği protokolde işverenin görüşleri, istekleri daha net bir şekilde yer almıştı. Bu protokolle, aralarında sendika yöneticilerinin de bulunduğu işten atılan işçilerin işe alınması işverenin insafına bırakılmış, grev süresinde geçen zaman için işçilere ücret ödenmesine dair bir hüküm konulmamıştı. 600 TL bayram ikramiyesi ve bir maaş tutarında ek bir ikramiye ödenmesi karşılığında grevin bitirilmesini öngören protokol grevin yenilgisi anlamına geliyordu.

Grev komitesi başkanı İrfan Manavoğlu ve Kristal-İş Genel Başkanı Mehmet Şişmanoğlu Türk-İş'in işbirlikçi tutumunu eleştirerek, imzalanan protokolü reddettiklerini belirttiler.

Aynı zamanda işçiler de işbirlikçi sendikal anlayışa, Türk-İş yönetiminin grevi satmasına karşı öfkeliydiler. Protokol sonrası fabrikaya gelen 1. Bölge Temsilcisi ile Türk-İş Genel Sekreter Yardımcısı öfkeli işçilerin saldırısına uğradı. Bu sırada 100 işçinin sözleşmesinin iptal edildiğine dair bir haberin yayılması üzerine, işçiler aileleriyle birlikte fabrika ile hammadde deposunu birbirine bağlayan yolu işgal ettiler. Güvenlik güçleri eyleme müdahale ederken, kısa bir süre önce işçilere destek verdiğini açıklayan Vali ve beraberindeki emniyet müdürü, eyleme son vermeleri yönünde işçilere çağrıda bulunuyordu. Buna rağmen eylemlerini sonraki günlerde de sürdüren işçiler, grev kırıcılarına ekmek taşıyan bir aracı da tahrip ettiler.

Bu dönemde sözleşmeleri iptal edilen işçilerin sayısının 100 değil, 47 olduğu, bunların bir kısmının sendika ve grev komitesi üyesi olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine işçiler de 47 arkadaşlarının tamamı işe geri alınıncaya kadar grevin sürdürüleceğini bildirdiler. Bu işten atma saldırısı sonrasında Vali'nin arabuluculuğuyla bir toplantı yapan işveren temsilcileri, Kristal İş Genel Başkanı da dâhil ismi açıklanmayan beş işçiyi işe almayacaklarını, kalan 42 işçiyi işe alacaklarını duyurdular. Bu karara itiraz eden Türk-İş Genel Sekreter Yardımcısı ile birinci bölge temsilcisi grevi sürdüreceklerini ilan ettiler.

İşverenle büyük bir irade savaşı yürüten grevci Paşabahçe işçilerinin bir diğer savaşının muhatabı da Türk-İş Genel Merkez yönetimiydi. Zira bu girişimler yaşanıyorken, Türk-İş Başkanı Seyfi Demirsoy, 24 Mart günü bir açıklama yapıyor ve işverenle aralarındaki anlaşmazlıkların bir bölümünün giderildiğini, artık greve son verilmesi gerektiğini söylüyordu. Kristal-İş Sendikası ise TİSK ile yapılan anlaşmayı tanımadıklarını belirterek, yeni bir toplu iş sözleşmesi imzalanmasında ısrar ediyordu. Grev Koordinasyon Komitesi ve Petrol İş Genel Başkanı olan Ziya Hepbir de greve devam edileceğini belirterek, işverenin işçilere grevden önce ödeyeceği belirtilen ücretlerinin ödenmesini, aksi durumda çıkabilecek olaylardan işverenin sorumlu olacağını bildirdi.

Kristal İş ile Türk-İş yönetimi arasındaki gerilim de gittikçe artmaya başlamıştı. Türk-İş yönetiminin greve karşı tutumu da gittikçe sertleşiyordu. Öteden beri Türk-İş içerisinde gelişen çatışma, Paşabahçe grevi vesilesiyle daha da şiddetlenmeye başlamıştı.

Grev sürerken, Türk-İş Genel Merkezi 28 Mart'ta bir bildiri yayınlayarak 57 gündür devam eden grevin derhal sona erdirilmesini ve hemen iş başı yapılmasını istedi. Aynı bildiride, Türk-İş Birinci Bölge temsilciliğine grevle ilgilenmemesi için kesin talimat verildiği de belirtiliyordu.

Başından itibaren grevi engellemeye çalışan, olmadığı koşularda da inisiyatifi ele alıp bir an önce bitirmeye girişen, bu amaçla da sermayeyi yatıştırmaya çalışan Türk-İş yönetimi, işçilerin kararlılığı karşısında yüzünü bir kez daha sermayeye dönüyor, işçileri bir kez daha sırtından bıçaklamış oluyordu. Türk-İş genel merkezinin maskesi böylece düşmüş oldu. Bu durum işçilere sarı sendikacılığın geldiği boyutu gösteriyor, gelinen aşamada iyice derinleşen çatışmaları yeni bir dönüm noktasına taşıyordu.

Türk-İş'in bu açıklaması, konfederasyon içindeki muhalifleri artık kesin bir ayrışma noktasına getirmişti. 6 Nisan günü Türk-İş'in grevi sona erdirme ve grevcileri desteklememe yönündeki kararı ve talimatlarına uymayacakları açıklayan ve grevi desteklediklerini duyuran Petrol İş, Basın İş, Maden İş, Lastik İş ve Tez Büro İş sendikaları Paşabahçe Grevini Destek Komitesi kurarak Türk-İş genel merkezine tavır aldılar. Bu komite grevden hemen sonra Türk-İş'ten ayrışmanın başını çekecek ve DİSK'in kuruluşuna öncülük edecek olan Sendikalar Dayanışma Konseyi SADA'ya dönüşecekti.

Greve destek bununla da sınırlı kalmadı. Türk-İş içinden Metal İş, Çimse İş, Sağlık İş, Deri İş, Likat İş, Deniz İş, Kimya İş ve Ulaş İş Sendikaları da grevi destekleyeceklerini duyurdu. Sendikalar yaptıkları açıklamada, Paşabahçe grevinin 65 gündür başarıyla devam etmesine rağmen Türk-İş yönetiminin patronların yanında yer alarak imzaladığı protokol ile işçi sınıfına ihanet ettiğini, oysa grevin "şeref ve hayat mücadelesi" olduğunu, vazgeçilmesi durumunda sendikaların işlevsiz kılınacağını belirttiler.

Diğer taraftan greve maddi olarak da destekler geliyordu. Bunlardan bir kısmı eşya ve yiyecek şeklinde, bir kısmı da parasal olarak yapılan yardımlardı. Grevin başlama tarihiden itibaren işçilere toplam 360 bin lira para yardımı, 120 bin lira değerinde eşya yardımı yapılmıştı. Ayrıca Hal İşçileri Sendikası 10 ton meyve, Migros işçileri de erzak yardımıyla destek olmuştu. Desteklerin yanı sıra grev de olaylı bir şekilde devam ediyordu. Grev kırıcılığına soyunan kimi işçilerin fabrikaya gelişleri sırasında yollarının grevci işçiler tarafından kesilmesi sonucu yaşanan olaylarda ikisi silahla olmak üzere 12 işçi yaralanmıştı. Aynı zamanda grevci işçilerin arasında maddi sıkıntı çektiklerini belirterek işbaşı yapmak isteyen işçiler de çıkıyordu. Bu işçiler diğerlerinin yoğun tepkisiyle karşılaştılar. Çünkü bugüne kadar çok zor koşullar altında gelinmişti. İşçiler evlerindeki eşyalarını satmak zorunda kalmış, dağlardan ot toplayarak karınlarını doyurmaya çalışmışlardı. Çekilen zorluklar grev kırıcılarına öfkenin artmasına vesile oluyordu. İşbaşı yapmak isteyen işçiler valiye başvurarak çalışmak istediklerini ancak dövüldüklerini, evlerinin taşlandığını, yollarının kesildiğini, bunun için iş güvenliklerinin sağlanmasını talep etmeleri, grev kırıcılarına karşı ekmeğini savunan işçilerin öfkelerinin ve sert tutumlarının boyutlarını gösteriyordu.

Grev 79. gününe geldiği zaman, dönemin Adalet Partili Demirel hükümeti tarafından 275. maddeye dayandırılarak, "halkın sağlığını tehlikeye düşürdüğü" gerekçesiyle bir ay süreyle ertelendi. Gerekçeli kararda "şişe sıkıntısı çekilen ilaç fabrikalarında penisilin ve antibiyotik imalatının durduğu" belirtiliyordu. TİP milletvekilleri duruma tepki göstererek kararın derhal geri çekilmesini içeren bir bildiri yayınladılar. Kristal İş Sendikası da kararı teşhir etmek için sendika kapısına, "Anahtar Başbakan'a verildiğinden sendikamız kapalıdır" levhasını asarak, sendikanın anahtarını Başbakan Süleyman Demirel'e gönderdi.

Hükümetin kararının hemen ertesi günü, durumu fırsata çevirmeye çalışan Türk-İş yönetimi işçileri tekrar iş başı yapmaya çağırdı. Çağrıya sadece 11 işçi kulak verip, iş başı yapmıştı ki, içlerinden ikisi iki saat sonra iş bıraktı. Tüm ayak oyunlarına rağmen grev başarıyla sürdürülse de, yoğun bir şekilde yürütülen grev karşıtı propaganda ve tehditler sonucu 23 Nisan'da işçilerin bin 400'ü ertesi gün de kalan 800'ü iş başı yaptılar. Grevin sona ermesinin ardından 18 Mayıs günü Yüksek Uzlaştırma Kurulu'nun araya girmesiyle taraflar bir anlaşmaya vardı ve Kristal İş öncülüğündeki Paşabahçe işçileri toplu iş sözleşmesi hakkını kazandı. Böylece grevin temel talebi de kazanılmış oldu.

SENDİKAL KOPUŞ VE DİSK'İN KURULUŞU
Grev sona erdi ermesine ancak Türk-İş'teki çelişki ve çatışmalar daha da şiddetlenmişti. 60'lı yılların başından itibaren biriken gerilim ve çatışmalar Paşabahçe grevi ile hızlanmış ve son safhasına varmıştı. Paşabahçe grevi Türk-İş içindeki saflaşmayı derinleştirmiş, artık geri dönüşü olmayan bir evreye taşımıştı. Sendika fiilen ikiye bölünmüştü.

Gelinen aşamada Türk-İş Genel Merkezinin işçilerin hak ve mücadelelerine bütünüyle yabancılaştığı, sermayeyle uzlaşmayı esas alan, tabanı baskı altında tutan bürokratik bir yapıya dönüştüğü herkes ve her kesim için görünür olmuştu. Türk-İş'in mevcut yapısı ve anlayışının işçi sınıfının haklarını geliştirmek bir yana, mevcut haklarını bile koruyamayacak kadar tutucu ve uzlaşmacı olduğu anlaşılmıştı. Sınıfın çıkarlarına ve sendikal bütünlüğe zarar veren tutumları artık son raddeye varmıştı. Sınıf hareketi militan bir hattan grev, direniş ve işgallerle yürütürken politik gelişmelere tavır alıyor, giderek devrimcileşiyordu.

Türk-İş çizgisi ise bu hareketin önündeki en büyük engellerden biriydi. Ve artık bütünüyle kopuşmanın eşiğine gelinmişti. Yeni ve militan bir harekete öncülük edebilecek siyasi ve örgütsel olanaklar olgunlaşmıştı, bu olanaklar Paşabahçe grevi ile sonrasındaki gelişmelerle ete kemiğe büründü.

Bardağı taşıran son damla ise, Paşabahçe grevini destekleyen sendikaların Türk-İş yönetim kurulunca Onur Kurulu'na sevk edilmesi oldu. 7 Aralık'ta gerçekleşen bu olaydan sonra Petrol İş ve Kristal İş 15'er ay, Maden İş 6'ay, Lastik İş ve İstanbul Basın İş 3'er ay süreyle geçici olarak Türk-İş'ten ihraç edildiler.

Daha sonra ise Lastik İş, Basın İş ve Maden İş, Türk-İş'ten kesin olarak ihraç edildiler. Bu üç sendikaya katılan Gıda İş'le birlikte Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'na gidişin ilk ve önemli adımı atılmış oldu. Önce SADA'yı kuran bu dört sendika 13 Şubat 1967 tarihinde de DİSK'i resmen kurdular. DİSK'in kuruluşuna öncülük eden sendikalar ve kadrolar gerek siyaset dışı sendikacılık anlayışına karşı, gerekse uzlaşmacı sarı sendika çizgisine karşı mücadelede öne çıkanlardı. '61'de başlayan çelişki ve çatışmalar yeni ve ilerici bir doğumla tamamlanmıştı.

Sarı sendikacılık anlayışına tepki olarak doğan ve gelişen Paşabahçe grevinin önemli yanlarından biri de rengini işçilerin kararlı ve direngen mücadelelerinden almış olmasıydı. İşçiler 84 gün boyunca işverenin yanı sıra grev kırıcılarına, güvenlik güçlerine ve Türk-İş merkezi yönetimine karşı da mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Grev boyunca maddi olanaksızlarla da boğuşan işçiler sınıf dayanışması ile süreci göğüslemeyi becerdiler. Dağdan ot toplamak, ev eşyalarını satmak pahasına 2 bin 200 işçi aileleriyle beraber 10 bin civarında insan tek bir yumruk gibi hareket etmiş, işçi sınıfının tarihinde önemli bir yere sahip olan Paşabahçe grevinin yapıcıları olmuştu. Paşabahçe'yi sınıf hareketi tarihinde en ileri mevzilere taşıyan özelliği ise, yeni mücadeleci bir sınıf hareketinin gelişmesinin önündeki engellerin aşıldığı tarihi bir an'da aktif rol oynamasıydı. Türk-İş'in bağrında iyice olgunlaşan DİSK'in doğumunda ebelik rolü Paşabahçe grevine nasip olmuştu.

 

Kaynak: Alternatif Tarih Okumaları-2 Emek Tarihi, Ali Haydar Saygılı, Ceylan Yayınları