6 Mayıs 2024 Pazartesi

1963 Kavel direnişi: Grev hakkının kazanılması

Metal işkollarında grevin gündemde olduğu bu günlerde, Türkiye işçi sınıfı mücadelesi açısından tarihsel bir örnek olan Kavel direnişini bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Fiili meşru direnişin, yasa dışı grevin işçi sınıfı açısından nasıl kazanımlara kapı araladığının tarihsel bir örneği. 28 Ocak 1963'te başlayan grev, aynı yılın 24 Temmuz'unda çıkarılan 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu'na da kaynaklık ederek, grev hakkı işçi sınıfının kazanımı olarak tarihe geçmiştir.

"Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada
Güneşe kavuşmadıkça etim
Kavel grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim
(...)
İzin verirlerse Kavel grevcileri
İlk çocuğumun adını Kavel koyacağım"

Çağımızın büyük şairlerinden Hasan Hüseyin'e bu dizeleri yazdıran Kavel Grevi, 1963'ten günümüze, coğrafyamızdaki sınıf hareketinin tarihi eylemlerinden biri olageldi. Sermayeye karşı hak mücadelesinin en çarpıcı örneklerinden ve tarihi kazanımlarından biri oldu. Kavel grevinin sarsıcı etkisi başta işçi sınıfı ve ezilenlere olmak üzere tüm toplumsal muhalefete, ilerici, devrimci, demokrat hareketlere, aydın, yazar ve sanatçılara ilham kaynağı oldu, sınıf mücadelesinde tarihsel bir eşiğin aşılmasında hızlandırıcı, buz kıran rolü oynadı.

Kavel Kablo Fabrikası, İstanbul Sarıyer İstinye'de kurulu olan Amerikan sermayeli bir Koç Holding kuruluşuydu. TÜRK İş'e bağlı Maden İş Sendikası'nın örgütlü olduğu bu fabrika, henüz grev ve toplu sözleşme yasalarının çıkarılmadığı, grevlerinin yasak olduğu bir dönemde yasa dışı, fiili grevle anılacak, işçi sınıfının bu haklarını kazandığı tarihi eylemin mekânı olacaktı.

GREV VE TİS HAKKI MÜCADELESİ
Kavel grevi, 1960 darbesinden sonra işçilerin grev, toplu sözleşme ve sendikal haklar için yürüttüğü mücadele birikiminin üzerine gerçekleşti. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra hazırlanan 1961 Anayasası'nda burjuvazi, Anayasa'nın 47. maddesinde işçilerin, "grev ve toplu iş sözleşme" hakkını tanımak zorunda kalmıştı. Ancak bu hakla ilgili yasal düzenlemeler sonraya bırakılmış, oyalama suretiyle 1963 ortalarına kadar bu hakkın kullanımı fiilen engellenmişti.

1961 Anayasası'na bir hak olarak giren sendika, grev ve toplu sözleşme hakları, işçi sınıfının gerek bu coğrafyada gerekse de uluslararası alanda yürüttüğü mücadelelerin basıncıyla elde edilmiş, büyük mücadeleler ve bedeller sonucu kazanılmıştı. Kâğıt üzerinde kalacak bir hak olmasına izin verilemezdi, vermediler de.

Coğrafyamızdaki sınıf hareketinin yükselen siyasi bilinci ve gittikçe gelişen hak talebi ve mücadelesi bu engeli aşmalıydı.1961 Anayasa'sının öngördüğü bu hakkı kullanmakta kararlı bir mücadele dönemi de böylece başlamış oldu. 1961 itibariyle sendikalar ve işçilerin ileri bölükleri hem fiilen bu hakları kullanmak hem de yasal düzenlemelerin bir an önce yapılması için baskı oluşturmak amacıyla çeşitli eylemlere giriştiler.

22 Ocak 1961 tarihinde İzmir ve İstanbul'da işçiler işten çıkarmalara karşı ve sendikalaşma ile grev haklarının tanınması için salon toplantıları yaptılar. 25 Kasım 1961 tarihinde İzmir'de 5 bin işçi sendikal hakların tanınması için yürüyüş düzenledi. 2 gün sonra aynı amaçla 3 bin işçi Ankara'da sakal bırakma eylemine başladı. 17 Aralık'ta 12 sendikaya üye 3 bin işçi Kocaeli'nde grev ve iş yasasının düzenlenmesi için sessiz yürüyüş yaptı. 23 Aralık'ta 5 bin işçi Eskişehir'de sokağa çıktı. Başta sanayi kentleri olmak üzere işçi sınıfının örgütlü olduğu yerlerde işçiler hak mücadelesine girişmişti. Bu dönemin en önemli eylemi 31 Aralık 1961 tarihinde İstanbul'da gerçekleştirildi. İstanbul İşçi Sendikaları Birliği ve TÜRK İş tarafından Saraçhane'de o güne kadarki en büyük ve kitlesel işçi mitingi yapıldı. Sendikalaşma ve grev haklarının yasallaşması için yapılan bu mitinge coğrafyanın dört bir yanından tüm işkollarından kadın erkek 200 bin emekçi katıldı.

Bu mitingde yumruğunu masaya vuran bir işçinin "Bizim de sözümüz var" dediği büyük bir pankart göze çarpıyor ve işçilerin mücadele kararlılığını resmediyordu. Bu miting işçiler arasında filizlenip gelişen siyasal duruşun izlerini de taşıyordu ve Kavel grevine uzanan hak mücadelesinin kaldıracı, en önemli dönüm noktası olmuştu.

Miting sırasında işçiler 3 maddelik karar tasarısını hep bir ağızdan ant içerek kabul ettiler. Böylece sendikal özgürlüğün tam olarak gerçekleştirilmesi, grev ve toplu sözleşme hakkının derhal tanınması ve bu hakların verilmemesi durumunda grevlere başlanacağı kararlılıkla ilan edildi. Artık kazanmanın yolu açılmış, Kavel ile kazanıma dönüşen mücadele döneminin son virajı dönülmüştü.

1962 yılına bu mücadele azmiyle giren işçiler eylemlerini sürdürdüler. 1962'nin ilk eylemi, İstanbul Denizcilik Bankası'na bağlı liman işletmelerinin kısa süreli iş bırakmasıydı. 1962'nin ikinci yarısında Ankara'da Yapı İş Sendikası öncülüğünde yapı işçilerinin düzenlediği ve tarihe "Açların Yürüyüşü" olarak geçen miting yapıldı. 5 binden fazla işçi yalınayak, başı açık bir şekilde meclise kadar yürüyerek iş, asgari ücretin saptanması ve çalışma koşullarının düzeltilmesini talep etti. Sermaye ve hükümet bu eyleme tahammül edemedi ve 500 eylemci gözaltına alındı.

25 Temmuz 1962 tarihinde İzmir'de 641 temizlik işçisinin yarım günlük iş bırakma eylemi yaşandı. Ücretlerinin iyileştirilmesini, iş koşullarının düzeltilmesini, çalışma saatlerinin azaltılmasını isteyen işçilerin protesto eylemi sonunda 207 işçi işten atıldı. İşçilerin talepleri kabul edilmedi.

1961 yılında olduğu gibi 1962 yılındaki eylemler daha çok grev dışı eylemlerdi. Grev niteliği taşıyan iş bırakmalar bir kaç saatlik, yarım günlük kısa süreli eylemlerdi. 1962'de bu tarzda 5 eylem yaşanmıştı. Bu kısa süreli iş bırakmaların dışında oturma eylemleri, sakal bırakma, miting ve gösteriler, yürüyüşler, bildiri ve demeçler biçiminde daha çok grev dışı eylemler gerçekleşiyordu. Ama işçi sınıfının eylemselliği daha da artmıştı. Özel şirketlerde de eylemlere katılım oluyordu. İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa gibi sanayinin geliştiği kentlerin dışında Afyon, Hatay, Samsun, Tokat, Malatya gibi diğer şehirlere de yayılmıştı.

Bu eylemlerin artması, yaygınlaşması ve süreklileşmesi sınıfta bir canlılık yarattığı, mücadele dinamiğini ateşlediği gibi, hükümet ve sermaye üzerinde de hatırı sayılır bir basınç oluşturuyordu. Bu basınç 1963 yılına gelindiğinde daha da artmıştı. İşçilerin kararlı mücadeleleri sonunda 1963'te sendikalar grev ve toplu iş sözleşmesi ile ilgili yasal düzenlemelerin yapılması için parlamentoda çalışma başlatmışlardı. Hem yasa görüşmelerine hem de sınıf hareketi tarihine damgasını vuran Kavel grevi bu tarihlerde başladı.

KAVEL GREVİ
Henüz grev ve toplu sözleşme haklarını düzenleyen yasalar çıkmamıştı. Koç Holding'e bağlı Kavel Kablo Fabrikası işçileri, fazla mesailer ve beş yıldır kıdem esası üzerinden aldıkları yıllık ikramiyelerin eksik verileceğini öğrenince, 31 Aralık 1962 günü bir protesto düzenlendi ve temsilcilerini işveren vekiline göndererek görüşmek istedi. Ancak görüşmeye giden 3 işçi temsilcisi işten atıldı. Ayrıca işçilere sendikadan istifa etmeleri yönünde baskılar da artırıldı. Son olarak Maden İş Sendikası Şişli Şube Başkanı ve işyeri temsilcisi olan İlyas Kabil işten atılınca işçiler üretimden gelen güçlerini kullanarak iş bıraktılar ve tezgâh başında oturma eylemine başladılar. 5 gün süren bu eylemin ardından işveren 10 işçiyi daha işten atınca olaylar daha da büyüdü.

Tarihler 28 Ocak 1963'ü gösterdiğinde, TÜRK İş'e bağlı Maden İş sendikasına üye 170 Kavel işçisi yasa dışı olmasına rağmen, fiilen ve meşru bir tarzda greve gitti. O güne kadarki kısa süreli grev ve iş bırakma eylemlerinden bütünüyle farklı ve adına, niteliğine uygun olarak bir grev olan Kavel grevi böylece başlamış oldu.

Grevin yasa dışı olduğunu belirten işveren, fabrikaya polis çağırarak işçileri zorla çalıştırmak istedi. Fakat işçiler çalışmaya yanaşmadılar. Bunun üzerine patron bütün işçileri işten attı. İşçiler de aileleriyle birlikte fabrika önünde çadırlar kurarak grevlerini sürdürdüler. Artık günlere, haftalara yayılacak bir mücadele başlamıştı. İşçiler hem patronu dize getireceklerdi, hem de Meclis'te görülmekte olan yasa tasarılarına karşı kendi yasalarını yaparak müdahil olacaklardı.

Fabrikadaki üretimi bütünüyle durduran işçiler, 4–5 Şubat tarihinde fabrikada çalışan 40 memuru da içeri sokmadılar. Böylece sadece üretimi değil, idari işleri de durdurmuş oldular. İşveren de bu durumda fiili lokavt başlattı. Yasal olarak yasak olmasına rağmen fabrikayı kapattığını, işçilerin hepsini işten çıkardığını ilan eden işveren, gazetelere ilan vererek yeni işçi alacağını duyurdu. İşçiler ise gece gündüz nöbetler tutarak patronun bütün girişimlerini engelliyordu.

Grev kısa zamanda kamuoyunun gündemine girdi. Değişik basın yayın kuruluşlarının da greve ilgi göstermesiyle İstanbul sınırlarını aştı, coğrafyanın genelinin dikkat merkezine yerleşti. Sadece işveren değil, hükümet üzerinde de basınç oluşturma- ya başladı. Bu basıncın etkisiyle 9 Şubat'ta İçişleri Bakanı Hıfzı Oğuz Bekata'nın olaya el koyduğu ve taraflar arasında anlaşma sağlandığı aldatmaca haberi duyuruldu kamuoyuna. Oysa bir anlaşma yoktu, bir protokol de imzalanmamıştı. Yeni haftanın ilk iş gününde işveren, fabrikaya gelen işçilerden protokol olmaksızın işbaşı yapmasını istedi. İşçiler bir protokol imzalanmadan iş başı yapmayacaklarını kesin bir dille belirterek, patronun isteğini geri çevirdiler.

Devreye bu kez patronlar örgütü Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu- TİSK girdi. TİSK bir bildiri yayınlayarak, "İçişleri Bakanının başkanlığında alınan kararlara sendikanın uymadığı" yalanını öne sürdü. Aynı açıklamada fabrikanın tatil edildiği, işçilerin işten çıkarıldığı, ortada bir grev ve lokavtın olmadığı, hukuk düzenine ve devlet otoritesine saygı sağlanamadığı ve çalışma düzeni ile ilgili anlaşmazlığın önlenemediği iddiaları vardı. Oysa ortadaki hukuksuzluk bütünüyle sermayeden kaynaklanıyordu. TİSK yavuz hırsız misali baskın gelmeye çalışıyordu.

Ancak Kavel işçisinin kafası oldukça açıktı. Hem işyerindeki hakları için mücadele ediyor, hem de işçi sınıfının bütününü ilgilendiren haklarını kullanmalarını engelleyen prangaları açıyordu. Sendika, grev ve toplu sözleşmeleri ile ilgili yasal düzenleme talebiyle yürüttükleri mücadelelerin gücüyle bütün sınıfın desteğini ve gücünü arkalarına almışlardı. Artık geriye dönüş yoktu. Hak da hukuk da sokakta, grev alanında yapılıyordu. Talepleri gerçekleşinceye kadar da kararlıca direneceklerdi. Sermayenin yalanları ve tehditleri artık çoktan aşılmıştı.

Bu yüzden TİSK'in açıklamasının grev ve direnişi etkisiz kılmak için yapıldığını çok iyi biliyorlardı. Hatta bu yalanların, çarpıtmaların ve karalamaların etkili olmadığı noktadan sonra şiddete başvuracaklarını da biliyorlardı, dahası bekliyorlardı.

Devlet otoritesi dedikleri şeyin bu anlama geldiği de açıktı. Zira devlet denilen aygıt, kapitalist düzende sermayenin hizmetindeydi.

Nitekim TİSK'in açıklamasından hemen sonra 13 Şubat'ta fabrikada çalışan büro elemanlarını engelleyen işçilere polis müdahale etti. Çıkan çatışma sonrasında 2 işçi tutuklandı.

Ertesi gün, direnişteki işçileri zorla dağıtmak isteyen polise karşı çıkan işçiler, polisin müdahalesine maruz kaldı. Bir polis komiseri, "siz komünistler, ben sizi dağıtmasını bilirim" diyerek polislere müdahale emri verdi. Çıkan çatışmada 9 işçi tabanca kabzası ve coplarla yaralandı. Müdahale sırasında fabrika önüne gelen İstinye halkı da, "Olur mu böyle olur mu, kardeş, kardeşe vurur mu?" marşını söyleyerek polisi protesto etti.

Bu olaylar büyük yankı uyandırmıştı. İstinye halkının yanı sıra çeşitli fabrikalardan işçiler de Kavel işçileriyle dayanışmak için harekete geçti. Yine Koç Holding'e ait başka bir Amerikan sermayeli fabrika olan General Elektrik işçileri dayanışma kampanyası düzenleyip, Kavel işçileri için 335 lira topladılar. Türk Demirdöküm'de çalışan 800 işçi de açtıkları yardım kampanyasının yanı sıra sakal bırakma eylemleriyle de destek verdiler.

Dayanışma eylemlerine katılanlar arasında tersane ve karayolları işçileri de vardı. Fabrika önünde gerçekleşen bu olayların ardından 18 Şubat günü 4 işçi hakkında daha tutuklama kararının yanı sıra Sarıyer savcılığı daha geniş bir soruşturma açmış, yargılama ve tutuklama tehdidiyle grevi kırmayı amaçlıyordu. Savcılığın açıklamaları patronu destekleyici içerikteydi. İşçilerin hepsini işten atan ve fabrikaya kilit vuran patronun tavrının lokavt sayılamayacağını söyleyen savcılık, 21 Şubat'ta 7 işçi hakkında "işçileri kışkırtmak", 16 işçi hakkında da "polise mukavemet" suçlamasıyla yargılama istiyordu. Yargılanması istenen işçilerden 4'ü ise 18 yaşından küçüktü.

Kavel direnişi TÜRK İş Konfederasyonu içinde de bir ayrışmaya neden oldu. Sendika, grev ve toplu iş sözleşmesi haklarının yasalaşması mücadelesinde pasif bir tutum sergileyen TÜRK İş Genel Merkezi, bu kez de Kavel direnişi karşısındaki tutumu yüzünden tepkilerin hedefi oluyordu. Adana merkezli güney bölgesindeki 23 sendika başkanı ile 45 yönetici 27 Şubat'ta yaptıkları toplantıda, TÜRK İş'in Kavel direnişi karşısında takındığı olumsuz tutum nedeniyle konfederasyon ile ilişkilerini kestiklerini açıkladılar. Sendikacılar TÜRK İş yönetiminin Kavel direnişinde pasif davrandığını, kendisinden bekleneni yapmadığını, patron zihniyetiyle davrandığını söyleyerek tavır aldılar. Güney Bölgesi İşçi Sendikaları Konseyi'nin oluşturulduğunun belirtildiği açıklamada, 4. bölge temsilciliğinde toplanan paranın Kavel işçilerine verileceği duyuruldu. Aynı açıklamada Kavel işçisine saldıran polis ile işçiler hakkında tutuklama talebinde bulunan Sarıyer Savcılığı da şiddetle protesto ediliyordu.

Gün gün süren eylemlere işçi eşleri de katılıyordu. 2 Mart günü direniş sürerken, kablo yüklü kamyonların işveren tarafından fabrikadan çıkarılmak istenmesi üzerine kadınlar yollara barikat kurarak engel olmak istediler. Ancak polis müdahalesi kadınları dağıttı, olay sırasında yaralanan kadınlar oldu.

Kavel direnişi dönemin en önemli siyasi gündemlerinden biri haline gelmişti. Direniş etrafında büyüyen dayanışma ağı, sermaye ve hükümeti daha fazla zorluyordu. Kavel'in etkisi, fabrikadaki kimi hakların tanınmasıyla sınırlı değildi. Meclis'te tartışılmaya başlanan grev ve toplu iş sözleşmesi yasa tasarısının bir an önce yasalaşması için de güçlü bir basınç uyguluyordu. Bu uğurda verilen mücadelelerin merkezinde Kavel grevi vardı. Kavel artık, yasal düzenlemelerin fiili başlatıcısıydı da.

İşçilerin direngen tutumu, oluşan dayanışma ve kamuoyu desteği karşısında burjuvazi daha fazla direnemedi ve geri adım attı. Yaşanan toplumsal siyasal basıncın etkisiyle hükümet de devreye girdi ve Kavel patronu işçilerin karşısında boyun eğdi. 4 Mart 1963 tarihinde işveren masaya oturmak zorunda kaldı. Başbakan yardımcısı, Çalışma Bakanı, İstanbul Valisi, Emniyet Müdürü, Bölge Çalışma Müdürü ile sendika temsilcileri ve TİSK başkanının katıldığı bir törenle protokol imzalandı. Bu protokol ile işçilerin taleplerinin tamamına yakını kabul ediliyordu. Yapılan tören ve törene katılan hükümet yetkilileri ve bürokratlar da düşünüldüğünde hem sermaye hem de hükümet grev iradesini tanımış oldu. Kavel işçisi fiili grevi başarıyla sürdürmüş ve kazanımla sonuçlandırmıştı. Kavel işçileri sadece grevi değil, bu eylemleriyle grev ve toplu iş sözleşmesi yasasının kabul ettirilmesi sürecini de kazanmışlardı. İlerleyen günlerde bu kazanım daha açık biçimde görülecek, Kavel grevinin tarihi anlamı pekişecekti.

Kavel grevi 62 gün süren destansı bir mücadele sonunda kazanımla sonuçlanmıştı. Fakat sermayenin Kavel işçilerine dönük saldırıları kesilmedi. 11 Mart 1963'te greve öncülük eden 24 işçi hakkında dava açıldı, 12 işçi tutuklandı. 52 Kavel işçisi hakkında Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na aykırı davranmaktan, polise mukavemet ve mesken masuniyetini ihlal etmekten dolayı ayrı ayrı açılan davaların sayısı 5'i bulmuştu. Böylece grevin etkileri sonraki aylarda da sürdü. 10 Haziran 1963'te tutuklu bulunan 6 işçinin serbest bırakılmasından sonra işten atılmaları üzerine, fabrikanın kaplama dairesindeki 30 kadar işçi protesto amacıyla toplu olarak iş bıraktı. Bu eylem yüzünden duruma el koyan sıkıyönetim, 6 işçiyi gözaltına aldı. 5 işçinin kışkırtıcı olduğunu öne sürdü.

GREV VE TİS HAKKININ KAZANILMASI
Grev ve toplu iş sözleşmesi yasasının olmayışı, işçilerin bu haklarını güvenceleyecek düzenlemelerin yapılmaması, grev ve direnişlere önderlik eden işçilerin gözaltına alınması ve tutuklanmasına da zemin hazırlıyordu. İşçilere dönük böylesi saldırılar oldukça yaygındı. Şimdi Kavel grevinin ardından yaşanan da buydu.

Grev bitmiş ama çarpışma sürüyordu hala. Grevin gündemde olması, hükümetin oyaladığı, sendika, grev ve toplu iş sözleşmesi yasası hazırlıklarını hızlandırmıştı. Kavel grevinin fiili-meşru basıncı altında Meclis'te görüşülen yasa tasarısı, grevin kısa bir süre sonrasında yasalaşmıştı. 24 Temmuz 1963 tarihinde 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu olarak yürürlüğe giren yasa, Kavel grevinin damgasını taşıyordu. Zira yasanın kazanılmasından sonra grev nedeniyle takibata uğrayan işçilerin hukuki mücadeleleri de sonuç verdi. 275 sayılı yasaya bir madde eklendi. Ve yasanın kabulünden önce gerçekleşen grevler nedeniyle işçiler hakkında açılan davaların tamamı düşürüldü. Bu madde somut olarak Kavel grevinin öncüleri için konulmuştu. O yüzden işçi sınıfı tarihine Kavel Maddesi olarak geçti. Böylece bir mevzi daha kazanılmıştı.

Grev silahının daha etkili kullanılması için bir kazanım daha elde edilmişti. Bu tarihi kazanımların altında Kavel işçilerinin imzası vardı.

Hükümet ve sermaye, Türk iş yönetiminin tutarsız ve uzlaşmacı tavrından güç alarak, çıkartılan 275 Sayılı Grev ve Toplu İş Sözleşmesi Yasasına, işçilerce insanlık suçu olarak görülen lokavtı da ekledi. Ayrıca hükümetlere grevleri erteleme hakkı da bu yasayla verilmişti. Bu hususlara rağmen, yasa işçilerin siyasal basıncının izlerini taşıyordu. Bu şeref de Kavel işçilerinin destansı direnişine aitti.

Kavel grevi gerek yasadışı fiili grevlerin ilklerinden olması nedeniyle, gerekse grev ve toplu iş sözleşmesi yasasının hazırlanmasını hızlandırması sebebiyle, coğrafyamızın işçi hareketi tarihinde yeni bir çığır açtı. İşçi hareketinin önemli kilometre taşlarından biri bu destansı grevle konuldu. Kendisinden sonra hızla büyüyen, yaygınlaşan ve militanlaşan sınıf mücadelesinin dönüm noktası oldu.

Fiili ve yasadışı grevler Kavel'den sonra da yaşandı. En son 2008'de Tuzla'da iş cinayetlerine karşı yaşamı savunan tersane işçileri, Kavel'in açtığı yoldan yürüyorlardı. İşçi sınıfı kendi köklerinden besleniyordu. İşte en güçlü damarlardan biri de Kavel greviydi.

Kaynak: Alternatif Tarih Okumaları-2 Emekçi Tarihi, Ali Haydar Saygılı, Ceylan Yayınları