17 Mayıs 2024 Cuma

Yılmaz Tekin yazdı: Koronavirüs, deneyimler, isyanlar, olanaklar...

Emekçi semtlerde kurulan dayanışma ağlarında bir Gezi ruhu ve bütün siyasetlerin, sendika, meslek örgütleri vb. buralarda ortak dayanışma meclisleriyle bir paylaşım ve etkileşim alanı yaratması olarak görmek önemlidir. Bunun kitleyle bağı güçlendirme, kitleyle beraber siyaset yapma, emekçileri ve ezilenleri iktidarın egemenliğinden, etkisinden çıkartma ve aynı zamanda toplumsal devrimin mahalle örgütlenmesinin somut deneyimlerinden birisi olarak okumak gerekir.

Devletler birbiri ardına sermaye gruplarına destek, hibe, dayanışma kredileri açarak onların geleceğini güvencelemeye; burjuvazi de bu olanaklara ek olarak ücret kesintisine gitme, devletlerinden aldığı kaynakları mali sermaye üzerinde döndürme, spekülatif gelirler üzerinden azalan karlarını döviz ve değerli madenler üzerinden büyütmeye odaklanmış durumdalar.

Kapitalizmin eşitsiz gelişimi yasası gereği mali-ekonomik sömürge olan ülke sermayedarları devletin destek, teşvik, kredi, işsizlik fonlarını emiyor. Diğer uluslararası tekellere göre devletin desteğine daha bağımlı oldukları için vergi afları talep ediyor, kamu kaynaklarının yağmalanmasına yöneliyorlar. Diğer yandan da sırtını dayadığı faşist devletin nimetlerinden yararlanarak, ücretsiz izin ya da işten çıkartmalar ve ücret kesintileri yoluyla emekçileri açlığa mahkûm ediyor, böylece sermayesini korumaya ve hatta büyütmeye devam ediyor.

Sermaye ve onun devletinin politikaları karşısında yer alan ve bu politikalara karşı mücadele yürüten kesimlerin haline bakıldığında ise bu politikalara doğrudan ya da dolaylı olarak destek vermek, sessiz kalarak dolaylı destek vermek ya da düşük perdeden ağızda gevelenen bir itiraz hali görülüyor. Sendikaların içinde bulunduğu davranış şekilleri, emekçilerin politikasını savunma düzeyi yok denecek düzeyde zayıftır. Sürecin başından itibaren ücretli izin ve işten atmalara karşı bir yaşam grevi hattının çok uzağında olunduğu görülüyor. Hakim sendikal çizginin böyle bir süreçte ne yapacağı ve nasıl bir konum alacağını bilememesi ilk andan başlayarak seyredici ve lütfenci (talep enflasyonunda boğulan bir lütfenciliğe) politikaya denk düştü. Bu sürecin başından itibaren emek örgütlerindeki düzen içi-devletçi aklın ve onu koruma saiklerinin nasıl kötürümleştirici bir rol oynadığını somut sonuçlarıyla yaşıyoruz.
 
Bir diğer taraftan bu olağanüstü süreçte emekçi sol, sosyalist, demokratik mücadele örgütlerine baktığımızda, iki eksenin çok somut olarak yansıdığını görmek mümkün. Birincisi sürecin kendisine karşı yanıt üretme mecali olmayan, aynı zamanda düzen partisiyle ilişkisi babında sınırları olan, özel olarak yaşanan süreçte devletin yasakçı ve ikiyüzlü tutumunu salt protestocu sözlerden öteye taşıyamayan ve sokağa çıkma yasaklarını neye denk düştüğünü, nasıl bir sonuç yaratacağını ve gelecekteki etkilerini sorgulamadan sokağa çıkma yasağını isteyen-savunan bir toplam var. Faşizmin ülkedeki tarihselliği ve somut pratiğinin tüm gerçeğiyle ortada durduğu, kayyum siyasetinin en zor anda bile sürdürüldüğü, Kürdistan'ın sömürge siyasetinin tüm biçimleriyle bir savaş politikası olarak devam ettiği, ideolojik tasfiye saldırılarının her yanıyla ve her koşulda yeniden üretildiği bir düzenin karşısında sokağa çıkma yasağı istemek; hele de bunu mücadele dinamiklerinin istemesi faşizmi tanımama ya da kendisinin nerede durduğunu kavrayamama halidir. Bu da politik anlamda birincisi seyrediciliğe denk düşen apolitiklik, ikincisiyse sürece teslim olma hali olan kendiliğindencilik ile ifade edilebilir.
 
Bütün bunların etkisiyle de kimi özgün çıkışlar dışında, karşı çıkışların özel olarak çelişkinin ana odağı olan ücretli izinde somutlaştığı ve bu olmadığı koşullarda yaşam grevini talep etme hali, neredeyse çok sınırlı bir kesimin dışında bu toplamın gündeminde değil. Ücretli izin ve olmadığı durumda yaşam grevinin, sermaye düzenini her yanıyla sarsacağını okuma halinin aslında her yanıyla sermaye karşıtı bir hareket olarak genel greve ve hatta düzeni her yanıyla sarsan bir politik alternatif iddiası taşıyan harekete de gebe olduğunu görebilecek kadar diri ve kendine güvenen bir politik iddia yok. Doğal olarak da sürecin içindeki gündemlerle ilişkisi sözden ibaret olan bir sonuç üretiliyor.

Bütün bu sürecin sonunda, tüm sonuçları somut bir tartışma konusu haline getirmek ve ne yapmalı, nasıl yapmalı sorusunun yanıtlarının peşine düşmek bizi özgürleştirecek bir sürecin küçük pencerelerini, kapılarını aralama olasılığı taşıyor. Bu kapıyı aralayacak şeyi hazırlık ve yaşama geçirme süreci olarak da okumalıyız. Sokağa çıkmaya mecali zaten normal zamanlarda da olmayan, düzen partisinden beklentisi nedeniyle salt protestoculuğa hapsolmuş siyaset tarzından kopuşu da ifade edecek şeyin örneklerine odaklanmak ve onlardan somut sonuç üretmemiz gerekir. Sürece yanıt üretmek dönemin öne çıkan şiarı olarak hepimizi yönetmelidir. Bundan ne anladığımız ve buna uygun nasıl konumlandığımız ise durduğumuz yeri belirleyen bir noktadır. Daha üç ay önce dünyanın 40'tan fazla ülkesinde ayaklanmalar ve isyanlar vardı. Her bir ayaklanmanın talepleri, ortaya çıkış süreçleri, örgütlülük biçimleri farklı da olsa esas olarak, bu süreçte, dünyanın içinden geçtiğimiz sonuçlarını da yaratan haline karşı, kendi özgünlüğünde bir karşı çıkıştı. Bu, bugünkü koşulları yaratan sürece yani doğanın ve insanın her anlamıyla yağmalanarak sermaye birikim sürecine bağlanması, savaş, açlık, göçmenlik ile ortaya çıkan kapitalizm virüsünün yarattığı sonuçlara karşı çıkıştan bağımsız ele alamayacağımız bir yandır. Bu isyanların ortaya çıkardığı taleplerin, bu virüs salgınının hazırlayıcı etkenlerine itiraz olduğunu, salgın sonrası dünya için ise isyanların çıkış taleplerinin daha yakıcı hissedileceği ve çelişkilerin daha da keskinleşeceği, daha yaygın ve uzlaşmaz bir biçimde sökün edeceğini görmeli ve de yeni duruma hazırlanmak zorundayız. İsyanların yarattığı deneyimler, isyan ve ayaklanmada iç kitle iletişim araçları, hareket tarzları, eksik kalan yönler ya da yetersizliklerinden öğrenmek; aynı zamanda, virüs sonrası emekçiler ve ezilenler açısından geleceği kazanma mücadelesinde temel referanslardan birisi olarak da önümüzde duruyor.

Virüs dönemi uygulamalarının deneyimlerinden de beslenerek virüs salgını sırasında ve sonrasında ortaya çıkacak sonuçları öngören egemenler ve onun devletleri ise, bu süreci yeni tipte bir baskı ve otoriterliğin deneyimlenmiş biçimleri olarak uygulayıp faşist yapılanmalarını, kontrol mekanizmalarını geliştirmeye ve sıkılaştırmaya girişecektir. Bu da aynı oranda gerçeğin başka bir yanıdır. Bu salgın sürecinin ortaya çıkışından itibaren bir okuma yapıldığında, sermaye örgütlenmesinin ve onun devletlerinin hareket tarzı, örgütlenmesi, ideolojik kuşatmasıyla; ona karşı mücadele eden kesimlerin içinde bulunduğu gerçek ve bunların hareket tarzı, örgütlenişinin güç dengeleri açısından yeni bir eşitsizliği ve riskleri de yarattığını somut olarak tespit etmek zor olmayacaktır. Ancak emekçiler ve ezilenler, hem yaşanan sürecin olanaklarına ulaşmak hem daha henüz dün fırtınası dinen ayaklanmalardan öğrenen, hem de kendi yolunu yaratan bir süreci örgütlemek zorundadır. Aksi takdirde dünyada faşist rejimlerin ve onun yeni düzeyde sermaye örgütlenmesi daha sert, sömürücü-sömürgeci, katliamcı çizgileriyle karşımızda duracak. İşte bu noktadan itibaren verili durumu değiştirecek örneklere odaklanarak sonuçlar üretmeli ve yol açmalıyız.

Bu somut örneklerden birisi yakın tarihimizin en önemli olaylarından ve politik İslamcı faşist rejiminin dengesini bozan unsurlarından birisi olan Gezi ayaklanmasıdır. Gezi'yi ele alırken çok farklı yanlarıyla ele almak mümkün, ancak burada ele alınacak nokta bugün ete kemiğe bürünen kitlesel dayanışma ve bu eksende toplumsal örgütlenme unsurlarını yaratmasıyla şekillenen, kitleyle politika yapma deneyimidir. Bunu bugün için emekçi semtlerde kurulan dayanışma ağlarında bir Gezi ruhu ve bütün siyasetlerin, sendika, meslek örgütleri vb. buralarda ortak dayanışma meclisleriyle bir paylaşım ve etkileşim alanı yaratması olarak okumak önemlidir. Bunun kitleyle bağı güçlendirme, kitleyle beraber siyaset yapma, emekçileri ve ezilenleri iktidarın egemenliğinden, etkisinden çıkartma ve aynı zamanda toplumsal devrimin mahalle örgütlenmesinin somut deneyimlerinden birisi olarak okumak gerekir. Burada özel olarak Lenin'in 1905 ayaklanması ve Paris komünü deneyimini ele alırken, yerel yönetim ve mahalle örgütlenmelerinde yürütme ve yasamanın toplumsal biçimi olan Sovyetler'i işaret etmesini tarihi bir deneyimimiz olarak anmalıyız. Bu Sovyet yönetim ve denetim formasyonuyla, sayıları yüzbinleri bulan kitleyi politikleştirme, dinamik kılma gücü elde edildiğini ve kitlelerin Bolşevik devrime kazanıldığını unutmamak gerekir. Bu nokta aynı zamanda bir alternatif toplumsal dayanışma yanında, devlet halk çelişkisinde emekçiler ve ezilenler tabanını tutma, örgütlü anlamda sıkılaştırma ve büyütme mücadelesi olarak da kavranmalıdır. İktidarın bu dayanışma ağlarına saldırısını, alternatif odağı görmesi ve yeni tarzda bir kitle politikasının aracı olarak okumasını hafife almamak önemlidir.

O bu korkularının kendi egemenlikleri açısından neye denk düştüğünü biliyor ve buna engel yaratarak ‘vefa' hareketleri adıyla toplumsal çelişkilerin üzerini örterek uzlaşmacı, teslimiyetçi, devlet kontrolünde bir sistemi kurmaya çalışıyor. Hatta bizzat başkanları aracılığıyla IBAN numaraları isteyerek bu dayanışmaların içini boşaltmaya ve yönetmeye çalışıyor. Bu IBAN işini salt bir küçümseme veya protestoculukla ele almak fazla naiflik olur. Bununla faşist şeflik kendi kişiliğine devletin sahibi ‘baba' ideolojisini yerleştiriyor, kendi ekonomik çemberindeki sermayenin sıcak para ihtiyacına kaynak yaratıyor, kendi toplumsal çemberini politikleştiriyor ve aynı zamanda toplumsal çelişkileri belirsizleştirmeye çalışıyor. Tam da bu nedenlerle başta antifaşist emekçi semtler olmak üzere dayanışma ağlarını kurmaya girişmeli, olanlara katılmalı ve burayı salt bir dayanışmanın paylaşım noktası olarak değil, yeni tipte bir politika yapma, kitleyle bağın sürdürülmesi ve devletin ideolojik hegemonyasının kırılması olarak okumalı ve böyle yürütmeliyiz.

Hem Gezi'den hem de 40'tan fazla ülkedeki ayaklanmalardan öğrenmemiz gereken bir diğer nokta; bugün sokağa çıkamayan risk grupları ve belli kesimler üzerinden deneyimlenen sosyal medya paylaşımları, iletişim araçları ve bunların çeşitliliği, etkisidir. Bu aracın özellikle sermaye ve onun devletlerin kontrolü altındaki medyanın karşısında hem enformasyon hem de politikanın yeni bir aracı olarak okumak gerekir. Özel olarak Lübnan'daki ayaklanmadan öğrendiğimiz Voip ile Whatsapp arası bir yazılımla telsiz, bluetooth ile çalışan yazılım biçimleri, kimi görüntülü konuşma uygulamalarının kolaylığı ve aynı anda gidilemeyen kent, kasaba ve hatta köylerle bağlantının aynı anda ve çoklu sağlanabilmesi bu ayaklanmanın kitleselleşmesinde ve sokak gücünün sürdürülmesinde temel yerde duruyordu. Bir başka örnek ise isyanın gerici yanlarına rağmen iletişim noktasındaki ilerici rolüyle Hong Kong isyancılarının Çin'in devasa dijital kontrol-denetim teknolojisini atlatmak için geliştirdikleri Reddit ile Telegram karışımından oluşan LIHKG'yı bir forum ve mesajlaşma sistemi kurması. Bu şekilde protestoların tüm engellemelere rağmen çok uzun süre kitle gücünü ve sürekliliğini sağlanmıştı. İçinden geçilen süreç ve devletlerin hâlihazırdaki faşist yönetim biçimleri düşünüldüğünde, gelecek olana ve ortaya çıkacak hareketlere hazırlık açısından bu noktanın hazırlık sürecinin önemli ayaklarından birisi olacağı kuşku götürmez. Tez zamanda uzağa düşmüş, herhangi bir nedenle pratik sahada yer alamayan kitleleri bu dijital platformlarda yan yana getirip buraları birer özgür alanlar haline getirmek ve bunları geliştirmek kitleleri yalıtma-yalnızlaştırma üzerinden yaratılmaya çalışılan ideolojik hegemonyayı kırdığı gibi kitleselleşmenin de yeni bir olanağını yaratmış durumda.

Belki bugün zor olan, yukarıda sayılanların hayat bulmasını, onların gerçeğe dönüşmesini sağlayacak olan koşulları da gözeterek bir sokak ayağının yani pratik politikanın ve örgütlülüğünün yaratılmasıdır. Emekçi sol-sosyalist parti, mücadeleci sendikalar başta olmak üzere fiili meşru mücadele çizgisinin ortaya çıkardığı olanakları bu sürecin özgünlüklerini de görerek değerlendirme, bu örgütlerle yan yana gelme ve pratik politikayı kimi ezberimize dayanan kimi de yaratıcı biçimlerle besleyecek bir süreci örgütleme gereği önümüzde durmakta. Bu sürecin içinde kendisine hayat bulacak binlerce protesto, kitle eylemliliği ortaya çıkacaktır. Bunların hiçbirisi değersiz değildir, ancak bunlardan sonuçlar çıkarmak ve somut karşılık üretecek, emekçilerin ve ezilenlerin hayatına değecek biçimleri üretmek bugünün mücadelesinin acil görevidir. Bu eksende Limter-İş'in Tuzla tersanesi önündeki ücretli izin için mücadele çağrısı, İnşaat-iş'in inşaat işçilerinin talepleri için sorumlu sermaye grubunun önüne gidişi ve hakkını sökerek alması bu anlamıyla bize iki farklı örneği vermektedir. Bu örneklerin bize söylediği şey, “insanlara ulaşmak için onları doğrudan hayatlarını ilgilendiren bir durumda tutum almaya çağırmak ve onlara yön vermeye çalışmak zorundasınız, aksi takdirde sözünüzün bir karşılığı yoktur” mesajıdır. Bunun en iyi devletin uygulamalarında görmek mümkün, mücadeleci sendika ve onunla birlikte politika yapan sosyalistlere yıldırıcı cezalar vermeye çalışması ya da Kürdistan'da Remziye vekilin fiili çağrılarını hedef göstermeye dökecek kadar arsızlaşması devletin bu konudaki durumunun ne olduğunu ve neyi engellemeye çalıştığını göstermektedir. Çünkü bu iki hareketin de kendi politik hâkimiyetini sarstığını görmekte ve önlem almaya çalışmaktadır. Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç ise somut olarak önümüzde durmaktadır; bu sürecin politikasını nasıl örgütleyeceğiz, kimlerle örgütleyeceğiz ve tutacağımız ana halka ne olacak?

Hiç zaman kaybetmeden emekçilerin ücretli izin ve yaşamları için mücadeleci sendikalar ve sosyalistler başta olmak üzere yaşam grevini örgütlemeye girişmeliyiz. Evet, adını koymak gerekirse bu bir yaşam çağrısı ve verili sınırlar içinde apolitikliğe, seyrediciliğe, kendiliğindenciliğe saldırı çağrısıdır. Ezberleri bozmaya, alışkanlıkları yıkmaya çağrıdır. Bu çağrının sermaye düzeniyle ve onun faşist devletiyle dövüşmek anlamına geldiği ve hatta bütün düzene karşı çıkmak olduğu çok nettir. Bir yanıyla da bu kendi geleceğine sahip çıkma çağrısıdır. Bu çağrı, alışageldik protestocu siyaset tarzını yıkmak, kendi rolüne uygun davranmak, verili düzenin karşısına çıkmak, onun burjuva sınırlarını yıkmak anlamına gelir. Aynı zamanda sosyalizm çağrısının yaşam bulmasının çağrısıdır. İşyerleri, organize sanayi, havza önlerinde hijyen koşullarına da riayet ederek işçileri, emekçileri sermaye düzenine ve onun devletinin faşist fırsatçılığına karşı ayağa dikmeliyiz. Bu konuda pratik çok deneyimimiz var.  Artık emekçiler için de dünya için de zaman daralıyor, bu virüs düzeninden kurtulacak mıyız, bunun hazırlık sürecini hızlandıracak mıyız; yoksa emperyalist küreselleşmenin faşizm, savaş ve yeni virüslerle dünyayı yok etmesine seyirci mi kalacağız? Bütün mesele bu kadar somut.