1 Mayıs 2024 Çarşamba

Yeni teşvik paketi kimin derdine derman?

Sarayı böylesine tez canlı ekonomi politikaları gütmeye zorlayan şey, esasında rejimin içinde bulunduğu krizdir. Kürt sorunu, öte yandan özgürlük ve demokrasi odaklarında biriken öfkenin yarattığı basınç, Sarayı kitlelerde rıza üretebilmek için milliyetçi ve dinsel gerici histeriyi körüklemenin yanında onlara somut ve etkisi çabuk görülebilecek kazanımlar sunmaya da mecbur bırakmaktadır. Bu da, ne pahasına olursa olsun büyümeyi zorunlu kılacak, ekonomi basınının moda tâbiriyle piyasaları "ısıtacak" politikalar gütmeye mecbur bırakmaktadır.
"Süper Teşvik" paketi ile 19 şirketin 23 projesine tam 135 milyar TL teşvik verileceği açıklandı. Pakette, vergilerin sıfırlanmasından hibelere, bedelsiz arsa tahsisinden gümrük muafiyetlere kadar yok yok.
 
Türkiye'de devletin bu kapsamda işçi ve emekçilerden sermaye kesimine doğrudan ve dolaylı kaynak aktarımına uzun bir süredir aşinayız. Kredi Garanti Fonu kapsamında şirketlere 240 milyar TL'yi aşan kredi teminatı verilmesi; vergi borçlarının affedilmesi, KDV tahsilatlarının "yapılamaması"; köprü ve otoyol projelerine yönelik finansman desteği ve geçiş garantisi sağlanması; savaş, yıkım ve işgal yoluyla yeni pazarlar açılması, devletin ekonomiye doğrudan müdahalesini gösteren başlıca örnekler olarak karşımızda duruyor. Ancak bu paketin farkı, sadece stratejik sektörlere ve belirli projelere odaklanması.
 
Paketin ekonomik amacı esas olarak ihracatta ithal girdi oranını düşürerek cari açığı kapatmak ve ekonominin dışa bağımlılığını azaltarak kur riskinden önemli ölçüde arındırmak olarak lanse ediliyor. Bu amaçla teşvik verilecek olan sektörler, ithal girdi oranının en yüksek olduğu veya kritik olarak yükseldiği sektörler olan rafine petrol ürünleri, ana metaller, motorlu kara taşıtları, kimyasallar ve kimyasal ürünler, tıbbî ürün, savaş sanayi ve hayvancılık sektörleri.
 
MALİ-EKONOMİK SÖMÜRGELERİN TEMEL SORUNU: İTHAL GİRDİ ORANI
 
Üretimde ithal girdi sorunu, Türkiye için her geçen gün daha da kritik bir sorun haline geliyor. Ancak bu sorunu yaratan koşullar aynı zamanda mali-ekonomik sömürgeleri var eden koşullar. Bu ülkeler, mali sermaye oligarşisinin finansmanıyla fonlanan, hammadde ve ara-malı ithalatına ve ucuz(laştırılmış) bir iş gücüne dayanan bir ihracat modeline odaklı üretim yaparlar. Üretimdeki bu ithalat rejimi, kurlar düşük olduğunda aynı metayı içeride üretmeye kıyasla kısa vadede yerli burjuvaziye düşük maliyet sunduğu için tercih edilir. Ancak kısa vadeli kâr mantığının "özgürlüğüne" dayalı bu model, zaman içerisinde üretimde ithal girdi oranın giderek artmasına, kâr oranlarının düşmesine yol açar. Küresel aşırı-üretim krizi zamanlarında kurların yükselmesi ise ithalat maliyetlerini arttırır, üretimi sürdürmek için gereken dış finansmanın pahalı hale getirir ve mevcut borçların da durduğu yerde katlanmasına yol açar. Bunun sonucunda iflas riskleri, işsizlik ve enflasyon artar.
 
Öte yandan, küresel sermayenin azalan kâr oranlarını robotlu üretime geçerek aşmaya çalışacağı, bu süreçte mali-ekonomik sömürge ülke burjuvazilerine düşen rolün de uluslararası tekellerin yürüteceği bu yeni üretim sürecine entegre olabilmek olduğu açıktır.
 
Dolayısıyla, hem mevcut kapitalist krizde ayakta kalmak hem de geleceğin üretim düzeninde yer almak için Türk burjuvazisinin gerekli yüksek teknoloji dönüşümünü gerçekleştirerek, üretimde ithal girdiyi belli oranda azaltması gerekir.
 
STRATEJİK YATIRIM MI, SEÇİM EKONOMİSİ Mİ?
 
Bu kapsamda söz konusu paketin, en azından hedeflediği sektörler ve yatırım tutarı açısından sorunun kökenine dair bir adım atıldığı izlenimi doğabilir. Ancak kapitalizmin yeni üretim sistemine entegrasyonun öncüsü olan işbirlikçi-tekelci burjuvazinin sınıf örgütü TÜSİAD'ın bu paketi hoş karşıladığını söylemek güç. Zira, TÜSİAD uzun bir süreden beri böyle bir dönüşümün gerçekleştirilebilmesi için öncelikle sağlıklı yatırım ortamını sağlayacak olan düşük enflasyon, düşük faiz zemininin oluşturulması gerektiğini, bunun da kamu harcamalarının azaltılması ve döviz kurunun düşürülmesi yoluyla sağlanabileceğini savunuyor. KGF ve vergi indirimi gibi "gözde" politikaların ve teşvik paketlerinin ise aksine hem enflasyonu hem de dış borçları arttırdığı uyarısını da her fırsatta yineliyor. Bu ortamı sağlayacak para ve maliye politikalarını uygularken, bir yandan da burjuvazinin yatırımlarını bu alanlara yönlendirmek için kendileri ile işbirliği içerisinde üretimi, eğitimi, finansı ve hukuku kapsayan köklü yapısal reformlar eliyle "dijital dönüşümü" gerçekleştirmede öncü görev üstlenmesi gerektiğini söylüyor.
 
Mali sermaye oligarşisinin analistleri de aynı fikirde. Financial Times ve The Economist gibi gazete ve dergilerde Türk burjuvazisinin yeni rolünü oynayabilmesi için öncelikle ekonominin "soğutulmasını" tavsiye eden ve büyüme sevdası uğruna bahse konu yapısal reformların ertelenmemesi gerektiğini söyleyen yazılar yayınlanıyor.
 
Bu açıdan bakıldığında bu pakette işbirlikçi-tekelci burjuvazinin neredeyse hiçbir önerisinin dikkate alınmadığı, teknolojik dönüşüme dair çok yönlü reformları içeren, kapsayıcı ve koordinasyona dayalı bir politika yerine, iktidarla siyasi bağlantı içinde olan sınırlı sayıda firmaya ve sınırlı sayıda proje için doğrudan maddi teşvikin tercih edildiği görülüyor. Bu da, asıl derdin daha çok kısa vadeli bir seçim ekonomisi gütmek olduğu izlenimini uyandırıyor. Piyasaya verilecek 135 milyar dolar ile piyasalarda nakit bolluğunun yaratılması ve istihdamın ve tüketimin arttırılması yoluyla krizin kitlelere olan etkisini sınırlandırmak, Saray için şimdilik yeterli gözüküyor.
 
REJİM KRİZİ İLE KAPİTALİZMİN KRİZİ ARASINDA...
 
Teşvik paketinin kurlara ve faize olumlu bir etkisinin olmaması, yabancı yatırımcıların da paketi "satın almadığını" gösteriyor. Zaten bir haftadır kritik bir yükselişte olan dolar kuru, paketin açıklanmasıyla birlikte daha da yükselerek 4 TL'nin üzerine yerleşmiş, hazine faizleri de beraberinde yükselmiş vaziyette. Ancak yüksek kur, faiz ve onunla birlikte yükselmeye devam edecek olan enflasyon, Bakan Şimşek'in uyarılarına rağmen Sarayı rahatsız ediyormuş gibi gözükmüyor. Erdoğan bunların seçim sath-ı mâilinde "ertelenebilir" sorunlar olduğunu, reel sektörün döviz borçlarının yarattığı riskin bankaların aşırı kârlarından zarar etmeleri yoluyla finanse edilebileceğini, gelir yüksekliği sağlandıkça enflasyonun da kabul edilebilir olacağını düşünüyor olabilir. Bunun yanında, tercih edilen ekonomi politikalarının zorunlu olarak faiz, kur ve enflasyonu arttırması, Sarayın "dış güçler" söylemini canlı tutmasına da yarıyor.
 
Sarayı böylesine tez canlı ekonomi politikaları gütmeye zorlayan şey, esasında rejimin içinde bulunduğu krizdir. Bir yandan Rojava Devrimi sebebiyle rejim için artık çok daha büyük bir "risk" haline gelen Kürt sorunu, öte yandan özgürlük ve demokrasi odaklarında biriken öfkenin yarattığı basınç, Sarayı kitlelerde rıza üretebilmek için milliyetçi ve dinsel gerici histeriyi körüklemenin yanında onlara somut ve etkisi çabuk görülebilecek kazanımlar sunmaya da mecbur bırakmaktadır. Bu da, ne pahasına olursa olsun büyümeyi zorunlu kılacak, ekonomi basınının moda tâbiriyle piyasaları "ısıtacak" politikalar gütmeye mecbur bırakmaktadır.
 
Ancak kurun önlenemeyen yükselişinin yaratacağı yıkım, Sarayın sandığı kadar hafif ve tolere edilebilir düzeyde olmayabilir. Açıklanan paketin uzun vadede cari açığı belli oranda azaltıcı etkilerinin olabileceğini varsaysak bile, kısa vadede tam tersi olacak, yoğun yatırımlar beraberinde yüklü ithalatı zorunlu kılarak açığı ve dolayısıyla kuru yükseltecektir. Bunun yanında, ABD-Rusya arasındaki vekalet savaşlarının yerini aktörler savaşına bırakması riski uluslararası fonların Türkiye gibi ülkelerden çıkmasına ve kurun çok daha fazla tırmanmasına yol açabilir. Kur artışının bu hızda devam etmesi, şirketlerin net döviz borçlarının durduğu yerde katlamasına, enflasyonun uçmasına, böylece teşvik paketinin nakit bolluğu ve istihdam artışından çok daha fazla sıkışma, iflas riski ve işsizlik getirmesine yol açacaktır. Bu noktada sermayenin sarayın umut ettiği şekilde davranıp artan riskleri ve azalan kâr oranlarını sineye çekeceğini düşünmek de çok gerçekçi gözükmüyor. Nitekim, önce Yıldız Holding'in, arkasından Doğuş Holding'in borçlarında yapılandırma talebinde bulunması krizin seçime kadar dahi ertelenemeyecek ciddiyete ulaştığının öncü işaretleri oldu. Dolayısıyla, Sarayın makro ekonomik bir temelden (düşük kur-düşük enflasyon-düşük faiz) yoksun olan teşvik paketi krizi öteleyici değil, çöküşü yakınlaştırıcı bir faktör haline gelebilir.
 
SANAYİ 4.0 ENTEGRASYONU ÇÖZÜM MÜ?
 
Bu noktada aklı-selimin gösterdiği çözüm yolunun burjuvazinin dengeli, uzun vadeli yapısal reformlarından geçtiğini sanmak ve onu siyasi bir muhalefet odağı olarak kavramak, en iyi tabirle saflık olacaktır. Zira, burjuvazinin yeni küresel üretim sistemine entegre edilmesi süreci, kitlelerin mülksüzleştirilmesine son sürat devam edilmesini gerektirir. Böyle bir mülksüzleştirme de ancak ve ancak toplumsal muhalefetin baskılanmasına, sömürgeci boyunduruğun devam etmesine ve işçi sınıfının şovenizm ve dinsel gericilikle ayrıştırılmasına dayalı sağ popülizm ile sürdürülebilmektedir. Bu anlamda, Sarayın alternatifinin bulunmadığının TÜSİAD da farkındadır. Bu yüzden uzun dönemde elinden geldiğince sarayı, Sanayi 4.0'a uygun üretim sistemini oluşturacak atılımlara sevk etmeye çalışacak, iktidarın bunu ciddiye almayan, kısa vadeli, kapsayıcı olmayan ve pragmatik ekonomi politikalarına dair tepkisini de siyasi değil, daha çok dolaylı ekonomik adımlar yoluyla gösterecektir.
 
İşçi ve emekçi kitlelerin enflasyon ve işsizlik getireceği ortada olan bu son paket saldırısını bertaraf etmelerini sağlayacak şey daha fazla mülksüzleştirme anlamına gelen Sanayi 4.0'a entegrasyon politikaları değil, toplum için üretim ve toplumsal bölüşümün ön plana çıkarılacağı halk iktidarı olacağı her geçen gün daha açık bir biçimde görülmektedir.